Eğitim Çıkmazı Kaynak : 01.11.1988 - Yapı Dergisi - 84 | Yazdır

Ekim başında üniversiteler yeni bir öğretim yılına başlarken söylenenler ülkemizde eğitimle ilgili konuları yeniden gündeme getirdi. 1988 sonlarında eğitimde genel görünüm şöyle:
İlköğretimde darboğazlar sürüp gidiyor. Maddi olanaklar akın akın gelen minik öğrencilere yetmemekte. “Kendi okulunu kendin yap”, “Okul yapamazsan derslik yap” kampanyalarının da yeterli olmadığı açık. Rakamlar, son üç yılda istanbul’da yapılan okul sayısının yapılan cami sayısından hayli geride kaldığını gösteriyor. İstanbul’da 205 okula karşılık 306 camiyle yaklaşık üçte iki olan bu oranın Türkiye çapında ne düzeyde olduğunu bilmiyoruz.
Ortaöğretim yetersizdir. Veliler çocuklarını, daha nitelikli oldukları varsayımıyla, yabancı dilde öğretim yapan okullara kaydettirebilmek için birkaç yıl öncesinden korkunç bir yarışa girmekteler. Türkiye’de 8-9 yaşına gelen çocuklar artık birer yarış atıdır, çünkü yıllardan beri ihmal edilmiş normal ortaöğretim, nüfus patlaması karşısında aciz kalmış ve öğrenciye hemen hiçbir şey veremez duruma gelmiştir. Bu nedenle umutlar yabancı dilde öğretim yapan yerli ya da yabancı okullara bağlanmıştır.
“Bu okulların durumu nicedir” derseniz, bunların da pek çoğunda durumun içaçıcı olmadığını hemen söyleyebiliriz. Anadolu liselerinin pek çoğunda yeterli nitelik ve sayıda öğretmen yoktur (bunların adının niçin Anadolu Lisesi olduğunu da bir türlü anlayamamışımdır). Bu okullardan, getirtebilen, özel koşullarla yabancı öğretmen getirtir. Bu öğretmenlerin nitelikleri, bu okullardaki öğretimin düzeyi, bize uygunluk derecesi ayrı bir tartışma konusudur. Bir süre öncesine kadar, gencecik yabancılar barış gönüllüsü olarak ya da askerliklerine saydırmak üzere gelirlerdi. Acaba şimdi niçin gelirler?
Yerli öğretmen konusuna gelince… Öğretmenler yıllardan beri en düşük ücretle en ağır yoksunluk içinde çalıştırıldıkları için öğretmenlik artık tercih edilir meslekler arasında değildir.
Ortaöğretimde durum böyledir de yükseköğretimde başka türlü müdür?
6 Ekim günü televizyonda YÖK’ü konu alan bir açıkoturum düzendendi. Konuşmacılar özellikle 1980 sonrasındaki yükseköğretimi ve YÖK uygulamalarını tartıştılar. Görüldü ki bu dönemde varılan sonuçlar hiç de iç açıcı değil.

Saptamalar şöyle:
• YÖK uygulamasından sonraki üç yıl içinde beş bin öğretim elemanı görevden ayrılmış.
• Öğretim üyesi sayısı azalırken, öğrenci kayıt kontenjanları arttırılmış, bunun sonucunda öğretim standardı düşmüş,
• Üniversite özerkliği kaldırıldığı için üniversiteler tek merkezden yönetilen yüksekokullara dönüşmüş, araştırma yapıp bilgi üreteceğine, yalnızca bilgiyi aktarmakla yetinir duruma gelmiş.
• Ardı ardına açılan yeni üniversitelerle üniversite sayısı 29’a ulaşmış; ancak bunlar uluslararası düzeyde geçerli standartların çok altında kalabilmiş, binasız, laboratuvarsız, hocasız yüzlerce birim yükseköğretim kervanına katılmış.
• Ödenekler yeni açılan üniversitelere kaydırıldığı için eski üniversiteler bütçeden daha az pay alır duruma gelmiş ve böylece

bu üniversitelerde de gerileme olmuş.
Konuya salt sayısal açıdan bakarsak durum oldukça parlak görünüyor: 29 üniversite, yüzlerce belki de binlerce fakülte.. Ancak öğretim düzeyi özellikle yeni kurumlarda hiç de parlak değil. Örneğin bugün birbirinden çok farklı düzey ve nitelikteki 24 tıp fakültesi hekim yetiştiriyor. Açıkoturuma katılan ve bir tıp profesörü olan Türkan Akyol bu yetersiz kurumlar nedeniyle, bilmesi gerekenin ancak yüzde ellisini öğrenerek mezun olan kişilere hayatımızı emanet etmek zorunda kaldığımızı belirtti.
Burada biraz da mimarlık-mühendislik eğitimi konularına değinmeden geçmeyelim. Toplumdaki bileşik kaplar kuralına göre bu dallardaki durum da tıptakinden pek farklı değildir. Hatta belki biraz daha kötüdür.
Ülkenin koşulları göz önünde tutulmadan Anglo-Sakson sistemine uyularak mimarlık mühendislik öğretimi üniversitelerde bir çırpıda 5 yıldan 4 yıla indirilivermiştir. Bunun nedenini, niçinini soran da pek olmamıştır.
İş bununla da kalmamış, mühendislik mimarlık fakültelerinde 1960’larda 36 olan haftalık ders saati de 22-23’e indirilmiştir.
Mühendislik ve mimarlık meslekleri uygulamaya dönük mesleklerdir. Bu nedenle de usta-çırak, hoca-öğrenci ilişki düzeni içinde geçirilen sürenin yadsınamayacak ayrı bir değeri vardır. Şöyle basit bir hesapla mimarlık-mühendislik öğretimindeki düzeyin yalnızca süre bakımından nerelere indiğini görebiliriz:
23 saat x 4 yll/36 saat x 5 yıl = 0,51.
Sübjektif görüşleri tümüyle bir yana bırakarak yalnızca bu hesapla bile bilgilenme düzeyinin yarı yarıya düştüğünü kolayca söyleyebiliriz. Ders saati azaltılırken öğrencinin, yine yetişmesine yardımcı olacak yan faaliyetleri için zaman ayırabilmesi amaçlanmıştır. Genellikle hala öğrenmeye değil de geçer nota yönelik öğrenci anlayışımız içinde bu amaç ne kadar gerçekleşebilmiştir?
Bir de, mesleki uygulama bakımından durum nedir? Dört yıl okuyup, bütün derslerden yeterli notu alıp fakülteyi bitiren kişi diplomasını alarak mimar ya da mühendis olmakta ve derhal eski meslektaşlarınınkilere eşit yetkilerle her tür mesleki sorumluluğu üstlenebilmektedir. Örneğin milyarlarca liralık bir yatırımın projelerini, ya da bir gökdelenin statik hesaplarını hazırlamayı üstlenebilmekte, imzası yasaya göre bu işler için yeterli olmaktadır.
Gelişmiş ülkelerin hemen hiç birinde bir mühendislik ya da mimarlık fakültesini bitirmiş olmak bu tür işlerin üstlenilmesi hakkını vermemekte, özel stajlar, deneyimler ya da bazı mesleki sınavların verilmesi gibi koşullar aranmaktadır.
Üstelik bu ülkelerdeki mimarlık ya da mühendislik eğitimi 4-7 yıl arasında değişmektedir.
Bir ülkenin gelişmesi yetişmiş insan gücüyle çok yakından ilgili olduğuna göre eğitimi, bilimsel ve teknik araştırmaları öncelikle daha çok kaynak ayırarak geliştirmek zorundayız.
Eğitimdeki eksiklik, ülkenin geleceğindeki eksikliktir. Bu arada, yetişmiş insan gücünden, nitelik ve niceliği de göz önünde tutarak doğru yararlanmanın yollarını bulmak ve kısa sürede uygulamak da ayrı bir zorunluluktur.