Bir Fotoğraf Makinesi: Gültekin Çizgen |
Kaynak :
01.12.2008 -
Gültekin Çizgen 50.Sanat Yılı Armağanı
|
![]() |
Gültekin Çizgen’le tanıştığımızda ikimiz de daha yolun başındaydık. Yıl 1962. Biz, İTÜ Mimarlık Fakültesi’nden bir grup o tarihte Mimarlık ve Sanat Dergisi’ni çıkarıyorduk. O günlerde Gültekin gönlünü fotoğrafa kaptırmış olarak bizlerle dirsek temasındaydı. Elinden düşürmediği sıradan bir fotoğraf makinesiyle adeta ateş eder gibi fotoğraf çekerdi. Çektiği fotoğraflar siyah-beyazdı. Kontrastı bol, leke araştırması şeklinde, siyahı siyah – beyazı beyaz olan fotoğraflar. Renkli fotoğraf daha ortalıkta yoktu Türkiye’de… Gültekin’in fotoğrafları o güne kadar bizde çekilenlerden, alışılagelmişten farklıydı. Çektiği kimi fotoğrafları ve fotoğraf sanatı hakkında yazdıklarını Mimarlık ve Sanat dergisinin üç sayısında, 7/8, 9 ve 10. cu sayılarında yayımlamışız. Yazdıklarını yeniden okudum. Yazılarda, o tarihe kadar bizde pek de sanat olarak görülmeyen fotoğrafı sanat çerçevesindeki asıl yerine oturtmak üzere harcadığı çaba açıkça görülüyor. İşte, dergideki “Modern Fotoğrafçılık Üzerine” başlıklı yazısı : “Bugüne dek bilinen, alışılmış fotoğraf, görüntülerin modern bir yöntemle tespit edilmesinden ibaret idi. Dünya savaşlarının sonu tüm sanatlara, bilinenden ötede, görülmeye alışılmış olanların dışında anlatımlar getirdi. Bu değişim, diğer sanatların kendi özlerinde duyuldu. Fotoğrafta ise bu değişme biçiminden öteye geçemedi; öz hep aynı kaldı. Fotoğraf, plastik bir anlatımcılık değil, bir kimsenin bir fotoğraf makinası alıp en büyük duyarlıkla, en iyi açıdan, bir konudakiBu arada meydana çıkan fotoğraf sanatçıları, kendi yorumlarını hep bu kanaldan ileterek alışılmışın içinde kaldılar. Fark ise sadece imza değişmesinden ibaret idi. Ama bir yerde bu tip fotoğrafın yetersizliği ortaya çıktı. Asıl sorunun, çok hareketli bir dünyada fotoğrafın sahip olduğu dinamik imkânı evrensel dinamizmaya anlatmak için alışılmışın dışında kullanmak olduğu anlaşıldı. Artık fotoğraf, görüntülerin, yeni imkânlar aracılığı ile yansıması olmaktan çıkmalı idi. Aslında, fotoğrafın kendine yeterli bir özü vardı. Fotoğrafı bütün bir sanat durumuna getirmek için önce edebiyattan sıyırıp yüzey üzerine yaymak gerekiyordu. Buna göre artık fotoğrafçı için problem, ışık ve gölgelerin lekesini emülsiyon halinde, herhangi bir konunun hikâyesini anlatmak için değil de, leke ve yüzey düzeni olarak doğrudan doğruya asıl öze vardırmaktı. Zaten fotoğrafın asıl yapısı budur. Hikâye, teknik olanakların gelişmesi ile fotoğrafa sonradan eklenen bir unsurdur. Başlangıçta fotoğrafın musikiye benzeyen bu tarafını, ilk fotoğrafları incelerken görebiliriz. Zamanla hikâyenin fotoğrafa hâkim oluşu, özün geometrik sistemler halinde hikâyenin altında saklı kalmasına yol açtı. O halde fotoğrafa yeniden plastik anlatımı getirmek, bu gizli kalan özü açığa çıkarmak olacaktır. Modern fotoğraf birtakım hikâyelerin tasviri, bir anlatma aracı değil de, doğrudan doğruya kendi yeteneklerinden yararlanan bir plastik sanat olmalıdır. Fakat bu çok güç bir iş olacaktır. Asıl yapılması gereken, yeni biçimlere alışılmışın dışında bir anlatımla varmaktır. Fakat fotoğrafın seslendiği kişiler, eski alışkanlıklarının etkisinde kalarak, bu sorunu anlayamayacaklardır.Şimdiye değin doğada zaten var olan kaygı, sevinç, hareket gibi kavramları fotoğraf kâğıdının üzerinde gördüler mi tüm sorunların çözümlendiğini sanıyorlardı. Dünyayı, fotoğrafın siyah-beyazından seyretmek, insanoğlu için daha çok yeni bir pencereden bakmadır. Fakat çoktan bir alışkanlık durumuna geçmiştir. Günlük yaşamamıza fotoğraf, gazete, dergi ve bir anlamda sinema ve televizyon kanalı ile, vasıtalı olarak girmiştir. |
Bu yüzden, fotoğraf diye bilinen, aslında yanlış iletilen bir anlatma aracıdır. Öz olarak fotoğrafı herkes görmemiştir. Seyircinin yanılmasının en büyük nedeni de budur. Şimdiye dek yabancısı olduğu bir özü fotoğraf diye birden kabul etmesi de düşünülemez. Doğanın motifleri, modern fotoğrafta belki yok olmamıştır; fakat seyirci doğayı çok iyi tanıdığını sanır; çünkü fotoğrafın kendisi ona doğayı öğretmiştir. Burada fotoğraf kendi kendini yiyor. Fotoğraf, şimdiye değin fotoğraf sanılan şey değildir. Şimdiye dek olan, yalnızca bir optik tasvir idi. Modern fotoğraf ise doğayı deforme ediyor. En belirli eleştirme kaynağı, seyircinin modern fotoğrafı doğaya benzetmemesinden ileri geliyor. Oysa ki modern fotoğrafın özündeki iç yaşantılardan gelen sesler, tasvirin altında yatan gerçekten başka bir şey değildir.Demek oluyor ki modern fotoğraf, alışılmış fotoğrafta olduğu gibi, yani kendisine konu olan bir hikâyenin iyi tespit ve temsil etmek açısından değerlendirilmiyor. Yani bu iki fotoğraf, birbirinden çok kesin olarak ayrılıyorlar. En önemli kopma, görevleri yönündendir. Bu arada belirtilmesi gereken bir nokta var: alışılmış fotoğrafı gündelik yaşamın içinden, müsbet bilimler alanından koparmak mümkün değildir. O alandaki gereğinin yerini modern fotoğrafla doldurmamıza imkân yoktur. Bir yerde fotoğraf gözlemci, tanıtlayıcı olacaktır. Ama bu bir endüstriyel değerdir. Plâstik anlam taşıdığı düşünülemez.
Modern fotoğrafa gelince… hikâyesi yoktur. Geleneksel fotoğrafta olduğu gibi bir haberleşme aracı değildir gözle beyin arasında. Fotoğraf kişilerin hizmetinde olmalıydı –öyledir de, modern fotoğrafta-. oysa ki alışılmış fotoğrafta kişiler fotoğrafın hizmetine girer. İlk buluşunu izleyen devrede tertemiz olan fotoğraf, sonradan dejenere oldu. Fotoğrafın mantık bağları dışındaki anlamlı özü, bugünkü durumunda söz konusu olamaz Fotoğrafın sanat yönünden kurtulması için yeniden eski çıplaklığına, yalınlığına, ayıklanmışlığına dönmesi gerektir. Çok şükür ki fotoğrafın tabiatını başka yönden de araştıranlar çıktı. Artık fotoğrafı deniz gibi bir şey sayabiliriz: boş ve anlamlı yüzey, gerçek sanat…” İşte, Gültekin’in bundan tam 45 yıl önce yazdıkları… Bu yazı onun ilk yazısı mıdır? Bilemem. Mimarlık ve Sanat’ın 9. sayısındaki yazısının başlığı, “Fotoğraf Hakkında”… 10. sayıdaki yazısınınki ise “Fotoğrafçının Formasyonu”… 10. sayı Mimarlık ve Sanat’ın son sayısı oldu. Tıkandık… Yayını sürdüremedik. Yayın sürseydi, hiç kuşku yok, Gültekin, kararlılığı, azmi ve üretkenliğiyle yazmayı sürdürürdü. Daha sonra Mimarlar Odası İstanbul Şubesi’nde görevli olduğum dönemde (1966) “Fotoğraflarla İstanbul” adlı bir sergiyi birlikte hazırlayacaktık. İstanbul o yıllarda, aldığı yoğun göçle kimliğini yitirme yolundaydı. Koruma bilincinin hiç gelişmemiş olmadığı, ahşap evlerin, konakların ve yalıların yakılarak arsaya dönüştürülmeye çalışıldığı bir dönemdi. O günün Şube Başkanı Mimar Nevzat Erol serginin açılış konuşmasında söylediklerini MİMARLIK dergisinin 10. sayısından aktaralım: “Bu sergide, İstanbul’un, dünya, memleket ve bölgedeki geniş imkânlarına rağmen nasıl vahim bir sosyal ve ekonomik düzensizlik içinde bulunduğu anlatılmaya gayret edilmiştir. “ Gültekin’le yayın ilişkimiz YAPI dergisinde de sürdü. Bu kez “1973’ten 1998’e İstanbul’daki Değişimler”i YAPI’nın Temmuz 1998’de çıkan 200. sayısında yine fotoğraflarla aktaracaktır. Gültekin’in araştıran, sorgulayan, tartışan, yorulmak bilmez çabası hep sürüyor. Zaman zaman başka dallara sapsa da fotoğrafa olan tutkusu hiç eksilmedi. Bu tutku yalnızca kendisi için değildi; onu sürekli olarak genç kuşaklara cömertçe aktardı. Şimdi aradan yarım yüzyıl geçmiş. O, en büyük aşkının, tutkusunun 50. yılını kutluyor. Büyük mutluluk!… |