Endüstri ve Mimarlığımız |
Kaynak :
01.06.1965 -
Mimarlık Dergisi - 20
|
![]() |
Çağımız bir devrimler çağının bütün niteliklerine sahip bulunuyor. 1760 larda başladığını söyleyebileceğimiz endüstri devrimi, yıllardan beri statik halde kalmış bulunan hayat şartlarını birdenbire ve köklü bir şekilde değiştirdi. Makina uygarlığından önceki devirlerde insanoğlunun hayatında ve kültüründe, aşağı yukarı bütün müelliflerin üzerinde birleştikleri iki büyük ve kesin değişiklik görülür (1). Bunlardan birincisi, prehistorik devirde göçebelikten toprak uygarlığına, ikincisi ise toprak uygarlığından endüstriye geçiştir. Her iki sıçrayışta da topum hayatı, ekonomik değişikliklerin yanısıra, büyük sosyal ve kültürel değişikliklere sahne oluyordu. Ancak birinci geçiş yüzyıllar boyu süren çok yavaş bir gelişme içinde ve bölgesel karakterde olurken, ikinci geçiş çok süratli ve evrensel bir mahiyet taşıyordu. Bilhassa, içinde bulunduğumuz son yüz yıl diğerlerinden tamamen farklı bir şekilde ve son derece süratli olarak dünyanın çehresini değiştirdi. Bugün artık hemen hemen birinci endüstri devrimini tamamlamış, atom çekirdeğinin parçalanması ve otomasyon sayesinde ikinci endüstri devrimine girmiş bulunan ileri Batı ülkelerinin birçoğu, tarım ve endüstriden sonra üçüncü uygarlık devresi olarak kabul edilen üçüncü sektör uygarlığına adım atmış bulunmaktadır. Endüstri ve makinalaşmanın getirdiği refah, üçüncü sektörün, yani hizmetler sektörünün gelişmesini adeta zorunlu kılmıştır. Entansif tarım ve otomasyon sonucu olarak tarım ve endüstride çalışan insan sayısı eski devirlere nazaran inanılmayacak kadar azalmak zorunda kalmıştır. Görülüyor ki zaman, makinanın insanın yerini alacağını ve böylelikle insanlara sefalet getireceğini savunan kimselerin haklı olmadıklarını aksine iyi yöneltilen bir makina uygarlığının insanlara refah getireceği gerçeğini ortaya koymuş oluyor. Böylelikle üretici sektörler olan tarım ve endüstri kesimleri geliştikçe “maddi imkanlar ve refah artmakta, makinalaşma ve otomasyon dolayısıyla artan nüfus da hizmetler sektörüne aktarıldıkça sosyal güvenlik, daha iyi yaşama ve çalışma, eğitim, sağlık, eğlenme ve dinlenme imkanları doğmakta yani sosyal ve kültürel kalkınma sağlanmaktadır (2). Devrin çok geniş olan endüstri imkanları, insanların birçok ihtiyaçlarını karşılamak yönünde yeni ufuklar açmaktadır. Endüstri devrimin’in sürüklediği yeni sosyal sorunlar dolayısiyle, çağımızın sürüklediği modern mimari tekrar gözden geçirilmek durumundadır. Endüstri ihtilâli ile birlikte Batı dünyasının toplumsal dengesi bozulmuş ve uzun süreden beri sanat ve kültür alanında zevklerini kabul ettirmiş bulunan iki büyük sınıfa (kilise ve asiller), bir üçüncüsü (burjuvazi) eklenmiştir. Bu karışık ortam içinde sanat ve kültürel gelişme de insicamını kaybetmeğe, ve yeni sınıfın isteklerine boyun eğmek suretiyle soysuzlaşmaya başlamıştır. Yeni sınıf, eğitilmemiş zevklerinin etkisi ve eski devirlerin ihtişamının özlemiyle sanat kaosuna, eklektisizme yol açmıştır. Bu sanat ve kültür dengesizliğinin mimariyi etkilememesi beklenemezdi. Nitekim bir XIX. Yüzyıl mimarlığı böyle bir ortam içinde doğdu ve gelişti. Daha sonraki devirlerde çeşitli düşünür ve sanatçılarında da olumlu çabaları sonucunda, XVIII. Yüzyılda başlayan endüstri devriminin insan hayatına getirdiği yenilikler, yeni mimarlığın yönünü tayin etmekte gecikmedi. Modern mimariyi belirleyen başlıca hususlar, teknolojideki değişiklik, malzemedeki değişiklik, konulardaki değişiklik, sosyal yapıdaki değişiklik olarak özetlenebilir. Endüstri devrimi ile birlikte ortaya çıkan bütün bu yeniliklerin sanatı ve mimariyi etkilememesi beklenemezdi. Modern mimarinin de bu zorunluluğun sonucu olarak ortaya çıktığı son derece açıktır. Aksi halde modern mimariyi, modaya uygun yeni formlar dizisi olarak kabul etmek, bunu yeni teknoloji ve malzeme imkanlarından, sosyal yapıdaki ve çoğu kere çağdaş konulardaki değişikliklerden kopuk olarak düşünmek, en azından modern mimarinin özünü kavrayamamak demektir. Mimarî, sosyal yapıdaki değişikliğin ortaya çıkardığı sayısız sorun, ve yeni teknik imkânlardan yararlanmak suretiyle bir fantezi olmaktan çıkmış, toplum refahına yönelmek zorunda kalmıştır. Yeni imkânlar ve yeni ihtiyaçlar böylelikle bütün dünya mimarlığına sonsuz denecek kadar büyük sorumluluk yüklemiş oluyor. Dünya mimarlığının modern mimariyi yaratmak ve beslemek yönünden başarılı bir imtihan geçirmiş olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, mimarinin ve bilhassa yapı sanatının üçüncü sektör uygarlığına hizmet yönünden diğer üretici sektörlere ayak uyduramayacak kadar geri durumda bulunduğu ortadadır. Bu, başka bir deyişle, mimarlık, sanatçı görevini tam olarak yerine getirdiği halde, toplumcu görevini ihmal etmiş demektir. Bugün ikinci endüstri devrimini yaşamakta olan Batı dünyasında dahi yapı endüstrisinden çok yapı tekniğinden söz edilmesi, yapı alanında henüz teknikten endüstriye atlayışın tam olarak gelişememiş olması gerçeğini ortaya koyan en güzel örnektir. Polonyalı Profesör Jerzy Hryniewiecki UIA Londra Kongresine verdiği raporda, “Tam bir endüstrileşmenin bütün belirtilerini taşıyan bir devirde hemen hemen yalnız mimari, meslek ve zanaat bilim ve ilkelerine körü körüne yapışmaktadır. Bugün endüstri asıllı birçok yeni ve mükemmel malzemeyi kullandığımız halde, en modern tesislerde bile plan ve yapı kurma yöntemlerimiz hiçbir devirde olmadığı kadar battaldır.” (3). diyor. Kongrede bu raporun tartışılması sırasında ortaya atılan çeşitli düşüncelerin gözden geçirilmesi, yetersiz durumu bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Çeşitli ülkelerden gelmiş bulunan mimarların, bugün yapı endüstrisi niteliğiyle karşımıza çıkan tek yöntem olan prefabrikasyonu bile şüphe ile karşılamaları, halen dünya mimarlığının, işin teorik tarafında dahi olumlu bir görüş birliğine varamamış olduğunu ortaya koymaktadır. (4) Yine ayni kongre sonunda üzerinde çalışma yapılması kabul edilmiş olan hususlar şöyle sıralanmıştır: – Mimarlık öğretiminin, yapının endüstrileşmesi yönünden ele alınmak zorunluluğu, – Mimar, yapı endüstrisi ve diğer, ilgili meslek kolları arasında ki işbirliğinin daha sıkılaştırılması için gerekli yolların etüd edilmesi, – Çağdaş teknik gelişmelere ait sonuçların ‘incelenmesi, ve bunların özellikle o gelişmelerden faydalanacak kimsenin yönünden ele alınması. |
Görüldüğü gibi, üçüncü uygarlık devresine adım atmış birçok ileri ülkede dahi yapı alanındaki endüstrileşmenin tam olarak sağlam bir temele oturtulduğunu söylemek güçtür. Türkiye’ye gelince… Yapı endüstrisi alanında durum çok daha kötüdür. Hattâ, son yıllarda gelişmekte ve çok yeni olan bir kısım malzeme imalâtı bir kenara bırakılırsa, yapı malzemesi endüstrisinden dahi söz etmek mümkün değildir. Bunun nedenlerini, yapı endüstrisi alanına mimarların el atmamış olmalarından çok, endüstrinin Türkiye’deki yeri ve durumuna bağlamak çok daha isabetli bir görüş olacaktır. Memleketimizdeki endüstrileşme hareketi, Batı dünyasındakinden çok daha geç ve farklı anlamda başlamıştır. Sanayileşmenin Türkiye’de şuurlu bir şekilde ele alınması Cumhuriyet sonrası yıllara rastlar (Teşvik-i Sanayi kanunu, 1927). Cumhuriyet öncesi yıllarındaki memleket sanayii, Haliç’teki derme çatma birkaç atölye ve tersaneden ibaretti. Bu kadar geç başlayan bir endüstrileşme içinde, kuruluş hazırlıkları en fazla planlama isteyen yapı endüstrisinin de layık olduğu yeri alması beklenemezdi. Daha yukarıda, dünya mimarlığının modern mimariyi yaratmak ve beslemek yönünden, yani işin form ve moral yönünden başarılı bir imtihan geçirdiğini söylemiştik. Aynı devreler içinde aynı ifadeyi Türk mimarlığı için kullanamayacağımızı, bu konuda fazla derinleşmeden, belirtmek isteriz. Esas, üzerinde durmak istediğimiz husus işin bu yanı olmadığından, endüstrileşme, şehirleşme ve dolayısıyla yeni bir yaşama tarzı karşısında mimarlığımızın durumunun incelenmesine geçelim. Türkiyenin yapı alanındaki sorunlarını ulusal plânlamadan malzeme ve detaya kadar inen çok geniş bir dizi içinde mütalâa etmek ve ele almak gerektiği kanısındayız. Bütün bu sorunlar önce birlikte ve sonra da birer birer ele alınıp çözümlenmediği sürece yatırımların yerinde yapılması, ulaşılmak istenen hedeflere varılması bir hayal olmaktan öteye geçemiyecektir. Meseleyi genel hatları ile bu şekilde ortaya koyduktan sonra, burada bu dizinin ancak birkaç sorununa eğilmek imkanını bulabileceğiz. Türkiye, birinci endüstri devrimine yeni yeni girmekte olan bir ülke niteliğiyle, XIX. Yüzyıl Avrupa’sının karşılaştığı büyük sosyal problemlerle karşı karşıyadır. Şehirleşme hareketi endüstrileşmenin sonucu olarak başlamış ve hızla, gelişmektedir. Ayrıca şehirleşmenin yanısıra yılda % 3 lük bir nüfus artışı sosyal kalkınma yönünde büyük güçlükler yaratmaktadır. Bugün, memleketimiz XVIII. Yüzyıl İngiltere’sinin geçirdiği sosyal krize aynen sahne olmakta, endüstri gelişimiyle birlikte işçiler şehirlere akın etmekte ve şehir dışındaki gecekondu mahalleleri ile mantar gibi bitmektedir. Türkiye’de çalışan nüfusun henüz % 75,5 inin tarım, buna karşılık 9,12 sinin endüstri alanında çalıştığı yıllar ilerledikçe nüfusun tarımdan endüstriye ve hizmetlere kayacağı göz önüne alınırsa, çözümü hayli güç bir şehirleşme hareketi ile karşı karşıya olduğumuzu söylemek fazla karamsarlık sayılmamalıdır, Ancak Batı’nın halen içinde bulunduğu geçiş devresinden ve geçirdiği büyük tecrübelerden yararlanmak en büyük şansımızdır denebilir. Bütün bu sorunların çözümlenmesindeki görev ve sorumluluklar, idareci, şehirci ve mimarlara düşmektedir. Genel yerleşme planlaması içinde şehirleşme hareketleri ve yapı konularına paralel olarak, ekonomik, sosyal faktörler ve yapı tekniği öncelikle ele alınmak durumundadır. Bugün memleketimizdeki yapılar nitelik ve nicelik bakımından yetersiz, yapı tekniği ise son derece ilkeldir. Durum yalnız köy yapıları için değil, şehir yapılarının büyük çoğunluğu için de böyledir. Bunun sebepleri çok çeşitlidir. Son yıllara kadar şehirlerde dahi kendini hissettiren teknik eleman yokluğundan, bugün dahi henüz bu konulara -yeni yapı yön, temlerine- eğilen teknik eleman azlığına kadar birçok sebepleri saymak mümkündür. İnşaat sektörünün bütün alanlarında mevcut olan aksaklıklar, halkın refahını ve yaşama seviyesini en yakından ilgilendiren sosyal yapılarda daha fazla hissedilmektedir. “Şehir konutlarının % 30 u oturulamayacak durumdadır. En büyük üç şehirdeki nüfusun % 30 u tek odalı evlerde yaşamaktadır. Gecekondularda yaşayan insan sayısı 1,2 milyondur” (5). Öte yandan köy konutlarının durumu, şehir konutlarının en kötüleriyle bile kıyaslanamayacak kadar fecidir. Bütün bu problemler ortada dururken Türk Mimarlık topluluğunun görevi, günün modasına uygun formların araştırılmasından çok, toplumumuzun gerçek ihtiyaçlarına ve memleketin teknik imkanlarına uygun yapıların araştırılması yolunda olmalıdır. Yani, bugün dillerden düşürmediğimiz araştırma sözünü formel bir araştırma olarak anlamak hatasından kurtulmak zorundayız. Maalesef XIX. Yüzyıldan beri Türk Mimarlığının kaderi, eklektisist ve akademik anlamdaki form araştırmaları ile yoğurulmuştur. Son yılların en bariz modası ise, Batı’nın öncü mimarlarının eserlerinin körü körüne ve anlamsız kopyalarının ötesine geçememiştir. Batı kültürünün, teknik imkanlarının tamamen dışında bulunduğumuza ve ihtiyaçlarımız genellikle çok farklı olduğuna göre, ‘kötü bir formel kopyacılığın mimarlığımıza yeni ufuklar açması mümkün olamaz. İhtiyaç ve imkân tesbitinin ilk beş yıllık kalkınma planı ile birlikte önem kazandığını görüyoruz. Ancak bütün bu çalışmaların çeşitli etkenler dolayısıyla tam hedefe ulaşamamış olduğu da bir gerçektir. İhtiyaç ve imkân araştırmasının çok geniş anlamda ele alınması gerektiğine inanıyoruz. Ekonomik yön kadar sosyal ve teknik yönlerin de incelenmesi zorunluluğu vardır. ‘Bizim görevimiz büyük ölçüde bu alana inhisar edecektir. Mimarlık çabalarımızı, teknik imkanların arttırılması -malzeme ve teknolojinin. hattâ yapı endüstrisinin geliştirilmesi- ve asgarî süre içinde, en ekonomik şartlarla, en uygun yapıyı arzetmek yönünde geliştirmek zorundayız. (1)Max PETSCH, La Révolution Industrielle.
|