Galatasaray’da görev alınmaz, verilir… Kaynak : 18.02.2022 - Galatasaray Dergisi | Ocak 2022 | Yazdır

Bir görev insanı
Doğan Hasol

Giriş Spotu:
Galatasaray’da kürsüye konuşmak için çıktığında salonun sessizleştiği, üyelerin can kulağıyla dinlemeye hazırlandığı isimler vardır. Galatasaray yakın tarihinin anıtsal çınarlarından Doğan Hasol, işte bu isimlerden önde gelenlerindendir. Bu sayıdan itibaren başladığımız, her sayıda bir Galatasaray duayenini tanıtacağımız yazı dizisinin ilk konuğu Doğan Hasol oldu. Keyifle okuyacaksınız…

“Bana diyorlar ki niçin bu kadar çok çalışıyorsunuz? Boş zamanlarınızda ne yaparsınız? Çalışıyorum diyorum. Başka ne diyebilirim ki? Çalışıyorum işte…”

84 yaşında dev bir çınarın karşısındayız.  Zincirlikuyu’da 70’lerden kalma ağaçların gizlediği bir binadaki HAS Mimarlık’ta, Galatasaray’ın yaşayan efsanelerinden Doğan Hasol’un ofisindeyiz.

Büyük toplantı odasını ofisi haline getirmiş, uzun masanın her tarafında üst üste dizilmiş kitaplar, dergiler… Tümü yeni çıkan kitaplar; “İhmal etmem, çok seviyorum kitap okumayı, uzak kalmamaya çalışıyorum. Ofisi gezdireyim size, daha iyi anlarsınız…”

Doğan Ağabey ile ofisini geziyoruz… Kendi odası da kitaplarla, ödül, plaket ve belgelerinin işgalinde. Birlikte çalıştığı genç mimarların arkalarında, geçiş koridorlarında, duvarlarda, her yerde kitap var, dergi var… Uzun bir dergi sırasının önündeyiz… “Bunlar Yapı dergileri… İlk 377 sayısını çıkardım bu derginin… Hayatımın dönüm noktası sayabiliriz…”

Doğan Hasol’un yaşamında büyük yer tutan yayın sürecinin başlangıç noktası şöyle:

“Mimarlık Fakültesi’nin son yılındaydım. Prof.Dr. Bülent Özer o zaman asistandı. Bir gün çağırdı beni, biz bir dergi çıkarmaya başladık Mimarlık ve Sanat dergisi…  Bize yardım eder misin?  Öyle başladım dergiye… Bülent Özer, ben mezun olunca okulda kalmamı istedi, asistan oldum. Dergi yayınını sürdürdük, ancak amatörce 10 sayı çıkarabildik.  O sırada Mimarlar Odası MİMARLIK dergisini çıkarmaya başlamıştı; bizi çağırdılar, onun da 60 sayısında görev aldım. Daha sonra 1968’de Yapı-Endüstri Merkezi’nin bir bilgi merkezi olarak kurulması, YAPI dergisi, ardından YEM Kitabevi, Yapı Kataloğu…”

Doğan Hasol’un 20 kadar kitabı yayımlandı. Aralarında hayatının her zaman merkezinde tutmaya özen gösterdiği Galatasaray’la ilgili olanları da var… 2004’de yayımladığı “Galatasaray’da Düşler/Gerçekler” kitabı, uzun yıllar yazarlık yaptığı Cumhuriyet gazetesinde çıkan haftalık spor yazılarını topladığı 1997-2004 yıllarına ışık tutan yazılar bütünü… “Yazıp çizmek hayatımın bir parçasıydı her zaman” diyor Hasol, yeni çıkan kitabı “Geleceğin Geçmişini Yemişler” kitabını anlatırken…  1937’de başlayan hayat serüvenini, yaşadıklarını, gözlemlerini, “verba volant, scripta manent” (söz uçar, yazı kalır) özdeyişine sadık kalarak aktarmış yeni kitabında…

Neler neler yok ki?  Galatasaray’ın yolunu açan babası, Kâmil Hasol’u anlatarak başlıyor konuşmaya/yazmaya… Bir tablonun önünde duruyoruz. “Bu tablo büyükbabam Erkânıharp Binbaşı Sadettin Bey’in Balkan Harbi sırasında İşkodra’da şehit düşmesini tasvir eden bir tablo. Ressam Münif Fehim’in bir resminin kopyası. Dedemin savaşta ölümünden sonra babaannem babamı alıp Selanik’ten İstanbul’a ailesinin yanına, gelmiş. Babam okul çağına gelince dedemin Selanik’ten arkadaşı olan Tâlat Paşa’nın desteğiyle 1916’da Galatasaray Sultanisi’ne kaydı yapılmış.”

Kâmil Hasol, Galatasaray’da okuyan ve spora meraklı her genç talebe gibi, Kulübün sporcularından biri olmuş. Atletizm, Doğan Hasol’un babasının merak saldığı ve yaptığı spor olmuş. 100, 200 ve 400 metre yarışlarında dereceleri var.  İlerde Galatasaray’ın önce kalecisi, sonra Başkanı olacak olan Ulvi Yenal, yine ilerde Beden Terbiyesi Genel Müdürü olacak olan Vildan Aşir Savaşır’ın yakın arkadaşı olan Kâmil, Galatasaray’da Fransızca’dan 10. Türkçe’den 11. sınıftayken ailenin geçim derdi öncelikli hale gelince okulu bırakıp Samsun’a, dayısı Vali Fahri Bey’in yanına,  tütün eksperliği okuluna girerek kısa yoldan hayata atılmak için gidiyor.

Nitekim Baba Kâmil’in “anayurdun demir ağlarla dört baştan örüldüğü” o yıllarda, Sivas’ta, ardından Erzincan’da görev yaparken doğan küçük Doğan’ın geleceği o zamandan belli olmuş: “unutulmaz GS hayatı, ilerde doğacak çocuğunun mutlaka Mektep’te okuması gerektiği” düşüncesi aklına, silinmez bir şekilde yerleşmiş oluyor.

Erzincan’da 1939 büyük depremi; bir süre Divriği’de çadır yaşamı; ardından yine Erzincan… “İlkokula Erzincan’da başlamıştım. Babamın en büyük arzusu İstanbul’a dönmek ve beni kendi okulu Galatasaray’a vermekti. İşte o amaçla 1944 yılında, beni babamın emektar dadısı ninemle birlikte İstanbul’a gönderdiler.  Trenle geldik, kaç gün sürdü hatırlamıyorum bile, Kadıköy-Yeldeğirmeni’ne babaannemin yanına geldik.  2. sınıfın ilk yarısını Yeldeğirmeni’ndeki Gazi İlkokulu’nda okudum.

Annemle babam da nihayet İstanbul’a geldiler.  Önce Üsküdar 30. İlkokul’a verdiler beni, bugünkü Halil Rüştü İlköğretim Okulu’na… Orada öğretmenim Perihan Ongan ile okul hayatım tamamen değişti.  Girdiğim ilk dersi unutmam mümkün değil, O genç, canlı öğretmen büyük bir sevecenlikle karşıladı beni ve sınıfa dönüp ‘işte çok çalışkan yeni arkadaşınız… Sınıfın birincileri, bundan sonra işiniz zor…’ dedi.  Şaşırıp donup kaldığımı çok iyi hatırlıyorum çünkü ben çalışkan bir öğrenci değildim, önceki okulumdayken hep annemi, babamı özlüyordum. Gerçek bir Cumhuriyet öğretmeniydi Perihan Ongan.  Beni kurnazca öyle yüreklendirdi ki o gün bugündür çalışıyorum!”

Perihan Öğretmen’le geçen Üsküdar okul yıllarından sonra, bugün Galatasaray Üniversitesi olan, Ortaköy’deki Feriye Saraylarından birinde hazırlık sınıfıyla Galatasaray günleri başlamış Doğan Hasol’un. Ortaköy’deki okulun rıhtımına yığılıp hep bir ağızdan “kaptan düdük!” diye bağırarak kaptanı düdük çalmaya zorladıkları günlerden sonra “yukarıdaki mektep”e sıra gelmişti.  

Gündüzlü olacaktı orada.  Yatılı kalmaya, taksitleri ödemeye ailesinin maddi olanakları elvermiyordu. Her gün Üsküdar’dan Beyoğlu’na gidip gelmeye başlamıştı.  Her gün üç taşıt…  Tramvay, vapur, tramvay…   Hem de Beyoğlu’na!  “Vallahi bu çocuk serseri olur…” diyenler vardı ailede.

Ama Galatasaray Mektebi’nin tozunu yıllarca yutmuş baba Kâmil Hasol kararlıydı: “Hayır, orada okuyacak ve mektebi bitirecek!”

1950’lerin Beyoğlu’sunda okudu küçük Doğan. Öğrenciler için tramvaylarda da, Tünel’de de ikinci mevkinin 3 kuruş olduğu günlerde yeşil renkli (birinci mevki tramvaylar kırmızı renkliydi) tramvaylarla evden okula, okuldan eve her gün gitti, geldi. Tünel’den vapura binmek için Karaköy’e giderken Caddede Hachette Kitabevi ile Yüksekkaldırım’ın başında çoğu Fransızca eski kitaplar satan kitapçıların vitrinlerinde kayboldu; okuma ve yazma aşkı oralarda düştü yüreğine…

“Ben okul çıkışında bir önceki vapura yetişebilmek için kendimle yarışa girerdim.  Böylece evimizin arkasındaki arsada top oynamaya hak kazanabilmek içindi bu yarış…  Son ders zili 15:30’da çalar çalmaz fırlardım ve postanenin önünden geçen ilk tramvaya atlardım. Tünel’e… Bazen Tünel’le, bazen de koşarak Yüksekkaldırım’dan aşağıya, Karaköy’e… Oradan köprünün ortasındaki Üsküdar vapurlarının kalktığı iskeleye… 15:45 vapuruna yetişirdim!  Ama yetişemezsem çok bozulurdum; çünkü bir sonraki sefer, âdeta öğrenci vapuru olan 16:15’deydi…”

Mektep günleri…

Ayaküstü profiterol yedikleri İnci ya da Kervan pastaneleri… Vitrininde kayık tabak içerisinde içi boş kocaman kırmızı bir ıstakoz’un durduğu Abdullah Efendi lokantası…  Okulun tarihine geçen, kendisini Galatasaray’a adamış büyük “patron”, Müdür Behçet Gücer’in cenazesinin okulun bahçesine sokulmak istenmemesi üzerine çıkan olaylar, donan Tuna Nehri’nden gelen buzların Boğaz’ı kaplaması, güreşte gelen dünya şampiyonlukları, futbolda ilk dünya kupasına katılmamız, 6-7 Eylül talanı, bir “hayat okulu” olarak Abanoz Sokağı merkezli Ağa Cami Üniversitesi(!) Panayot’ta kuru fasulye ile şarap… Dördüncü dersteyken saat tam 12:00’de Zangoç’un çalmaya başladığı Saint Antoine Kilisesi’nin çanlarıyla öğle yemeğine ya da top peşine düşmeye sadece 35 dakika kaldığının anlaşılması…  

Bütün öğrencilerin düşü “Yukarıdaki Okul”… Galatasaray’ı 8 yıl boyunca yaşadı Hasol. “Dayanışmayı, kardeşliği orada öğrendik”.

Galatasaray’dan sonra Beyoğlu’ndan çok fazla uzaklaşmıyor Doğan Hasol. Taşkışla günleri başlıyor. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Mimarlık Fakültesi’ni sınavla kazanıyor.  “Kazananları açıklayan listeler Taşkışla’nın girişine asılmıştı. İsmimi görünce öyle sevinmiştim ki oradan Kabataş’a kadar koşmuştum.

Lisenin katı disiplininden uzaklaşma ve mimarlık öğrencisi olarak öğretiminin yaratıcı düşünceye açık özgür ortamı… Doğan Hasol’u Türkiye’nin ünlü mimarları arasına sokan süreç 1956 yılında böyle başladı. Üniversite yıllarında ülkenin dönüşümüne adım adım şahit oldu, Mezuniyetinin ardından fakültede asistan olarak akademik kariyerine başladı. Sınıf arkadaşı Hayzuran’la 1963 yılının Şubat ayında evlenecekti.

Asistanlığı sırasında Mimarlar Odası yönetimine seçildi ve orada aktif görevler aldı. Türkiye için yepyeni olan fikirleri birbirini izliyordu. Doğan Hasol, mimarlıkla ilgili her yerde vardı. O günleri anlatırken “Görevden kaçmayı kendime yediremediğim için tam anlamıyla bir koltukta birkaç karpuz taşıyordum” diyor gülerek… İşte ülke için yepyeni fikirlerden biri de Yapı-Endüstri Merkezi’nin kuruluşuydu.

Londra’da ve Rotterdam’da gördüğü Yapı Merkezleri, epeydir kafasında olan bir yapı merkezi kurma düşüncesinin gerçeğe dönüştürülmesinde ona cesaret verici ilham kaynağı olmuştu.  Bazı arkadaşlarıyla birlikte adım adım geliştirdikleri projeyi sonunda gerçeğe dönüştürdüler: Yapı ve endüstri alanında kalite artırıcı çabalarda, kültür hizmetlerinde bulunacak, sergiler, sempozyumlar düzenleyecek merkezi, Harbiye’de açtılar.   “Yapı-Endüstri Merkezi’ni 1968’de kurduk. Çalkantılı bir yıldı. Yalnızca Türkiye için değil bütün dünya için de böyleydi. Özgürlük ve başkaldırı dönemiydi o yıllar. Genç insanlar, başta öğrenciler kabına sığamaz duruma gelmişti. Yapı-Endüstri Merkezi’nin 1968 kuşağından olduğunu övünçle söyleyebilirim.  Bizim yüklendiğimiz, değişim sürecinde yerine getirdiğimiz işlevlerle, yapı alanında bir bilgi merkezi olduk ve pek çok ilke damgamızı vurduk…”

Doğan Hasol’un Galatasaray Spor Kulübü’yle 1990 yılında başlayan yöneticilik serüvenin ilginç başlangıç hikayesini bu sayfalarda ayrıca okuyabilirsiniz.  Hasol, yirmi yılı aşan YEM ve Uluslararası Yapı Merkezleri Birliği faaliyetlerinin ardından, girdiği kulüp yöneticiliği sürecinde “seni ciddi adam bilirdik, kalktın sporla uğraşıyorsun” eleştirilerini gülerek hatırlıyor.  “Herhalde sporu ciddi bulmadıkları için kulüp yönetiminde çalışmayı da ciddi görmüyorlardı… Mimar, yazar Cengiz Bektaş’la bu konuda bir de anısı var Hasol’un; “Bir gün Cengiz pat diye sordu: “Sen futboldan anlar mısın? Futbol oynamış mıydın gençliğinde?” Anladım ki o da beni “ciddi adam” kabul edenlerden! “Bak Cengiz” dedim, “bunun iki değişik yanıtı var. Hangisini istersen onu kabul et. Birincisi; Ben Galatasaray’da futbolla değil yönetimle uğraşıyorum. İkincisi; Bugün üniversiteler dört yılda meslek adamı yetiştiriyorlar. Benim Galatasaray yönetiminde beşinci yılım…”

Doğan Hasol Galatasaray yönetiminde kaldığı dönemde çeşitli görevler üstlenmişti, ancak bugün onu Basın Sözcüsü olarak anımsıyor çok kimse.  Sakin, tane tane konuşması, cümleleri adeta bir dilbilimci ustalığında yerli yerinde kullanması, güler yüzlü ve sakin duruşuyla spor dünyasınca benimsenen bir kişilik olmuştu. Galatasaray Temsiliyeti adını verdiğimiz duruşun adeta canlı örneğiydi Hasol, o yıllarda. Öylesine etkili olmuştu ki mimarlık ile ilgili katıldığı bir televizyon programından sonra spor dünyasından bir arkadaşının “ya sen mimarlık konusunda da konuşmaya başladın?” sorusuyla bile karşılaşmış!

Doğan Hasol’un yöneticilik anıları birbirinden renkli olaylarla dolu…  İş için gittiği Alaçatı’da mimari toplantılar sonrasında kendisini tanıyan Galatasaraylıların davet ettiği Cimbom Kahvesi’nde taraftarlarla geçirdiği saatler sonrasında iş yaptığı grubun yöneticisinin “Doğan Bey, Alaçatı’da daha önce çok mu iş yaptınız? Burada herkes sizi tanıyor. Sokaklardan geçerken birçok kişi sizle ilgileniyordu” şaşkınlığını unutamıyor. 

1993-94 sezonunda Şampiyonlar Ligi maçı için gittikleri Moskova’da, geleneksel olarak maçtan bir gün önce ev sahibi kulübün yöneticilerinin verdiği yemeği de:

“Çok büyük, az ışıklı ıssız bir binaya girdik.  Geç kalmıştık, bizi bekliyorlardı.  L şeklinde bir masa kurmuşlar… Masanın tümünü kaplayan mezeler, siyah hayvar, turna hayvarı, rus salatası ve bir dolu yiyecek. İçki de doğal olarak votka…  Hoşgeldiniz faslından sonra Spartak Moskova Kulübü Başkanı bir konuşma yaparak onurumuza kadeh kaldırdı: “Nazdrovya (şerefe)!” Küçük bardaklardaki votkaları bir atışta son damlasına kadar tükettik.  Sonra bizim Başkan, Alp Yalman konuştu. Bardaklar yine boşaltıldı. Biraz sonra Ruslardan biri daha konuştu, elindeki kadehi kaldırdı, “toast” teklif etti. Yine içtik… Konuşmalar, kadeh kaldırmalar birbirini izliyor… Ruslar sırayla kalkıp Rusça hiç anlamadığımız bir şeyler söylüyor, “nazdrovya” deyip kadeh kaldırdıkça içiyoruz. Zaman geçti, herkes gevşemeye başladı. Ben bu kadar içkiye alışık olmadığım için durumu idare etmeye çalışıyorum. İçmiş gibi yapıp kadehi masaya bırakıyorum. Spartak’ın Başkanı tam karşımda… Kim kadehi yarım bırakırsa müdahale ediyor, üstünü tamamlıyor sonuna kadar zorla içiriyor! Yakalandıkça ben de bundan nasibi alıyorum… Gece yarısından sonra bir de elimize bir de iki şişe votka tutuşturmazlar mı? Meğer Başkanlarının votka üretim tesisi varmış…  Şurup gibi içtik ama etkisini dışarıya çıkınca anladık. Votka da şişede durduğu gibi durmazmış!”

Doğan Hasol, ilerlemiş yaşına rağmen hâlâ işinin başında.  Seksen dört yılda o kadar çok şey yaşamış ki, Türkiye’nin geleceğinden şimdi kaygılı olduğunu bütün deneyimiyle söylemeyi ihmal etmiyor.   Galatasaray Kulüp Yönetiminin oluşturduğu, Galatasaray’da görev yapmış olan başkanların, Divan başkanlarının ve ikinci başkanların ilk kez bir araya geldiği İstişare toplantısında fikirlerini, kulübün gündemine ilişkin görüşlerini yönetime de iletmiş, iletmeye de devam edeceğini söylüyor.

Ve Galatasaray’a, Galatasaraylılara âdeta bilgeliğin çağrısını yapıyor.

“Geçmişte yaşananlar bugünü belirledi; bugün yaşadıklarımız ise geleceği belirleyecek. Olan oldu deyip geçmişe belki hoşgörülü bakabiliriz, ancak bugün her soruna kesinlikle akıl yoluyla yaklaşmak zorundayız. Kendimize güvenmeli, doğrulardan, ilkelerden yana kesin tavır koymalıyız, çünkü geleceğimizin kaynağı bugünde… Ülkenin ve toplumun geleceğini bugünler belirleyecek…”

Doğan Ağabey’in yanından umutla ayrılıyoruz.

Çerçeve1:

Meşhur Yıllık

Galatasaray’ı bitirenlerin geleneği olan mezuniyet yıllığının Doğan Hasol’un okuldan mezun olduğu 1955-56 yılında çıkarılamamasının ilginç bir öyküsü var… Yıllık çıkarmayı üstlenen arkadaşları Türkay Ergun’un mezun olduktan sonra Almanya’ya gitmesiyle başlayan ve 50 yıl şakayla devam eden “Beşaret albüm paralarını topladı, albümü çıkarmadan Almanya’ya gitti, bizim paralarla öğrenimini tamamladı!” dedikodusu, tam 50 yıl sonra, dönemin okul müdürü Gün Kut’un odasında bulduğu eski bir klasörle darmadağın oldu. 

Müdür Gün Kut, Türkay Ergun’un Almanya’ya giderken yazıp hazırlayıp bıraktığı albüm klasörünü bulmuştu!  Araştırılınca anlaşıldı ki, toplanan para da, albümün yayınlanmasından umut kesilince Okul Aile Birliği’ne aktarılmıştı!

Gerçeğin ortaya çıkmasıyla Türkay Ergun, 50 yıl sonra günahlarından arınmış, temize çıkmış oluyordu.

Albüm, sınıfın “yayıncısı” Doğan Hasol’un ön ayak olmasıyla 50 yıl sonra nihayet yayımlandı. Hasol, “öğrencilerin hazırladığı bir dosya ancak Galatasaray gibi köklü bir kurumda ciddiye alınıp 50 yıl süreyle korunabilirdi. Okulumuzla bir kez daha gururlandık,” diyor yıllığın önünde bize poz verirken…

Çerçeve2:

Bir Seçim Öyküsü

1990 yılının Mart ayında Galatasaray Spor Kulübü’nde seçimli genel kurul yapılacaktı. Başkanlık için iki aday vardı: Eski Başkan Dr. Ali Tanrıyar ve Alp Yalman.

Dr. Tanrıyar, Galatasaray’daki öğrencilik yıllarımızda okul doktorumuzdu. Sonra Taksim İlk Yardım Hastanesi’nde başhekim olmuş, bacanağı Turgut Özal’ın politikaya atılmasından sonra o da ANAP’tan politikaya girmiş. Milletvekili seçilmiş, bakanlık yapmıştı. Şimdi kulübün başkanıydı. Alp Yalman ise uzun yıllar kulüp yönetim kurullarında görev almıştı; Tanrıyar yönetiminin de 2. Başkanı olmuştu.

Seçimden önceki günlerden birinde bir arkadaşım telefonla aradı ve seçimde Alp Yalman’ı desteklememi rica etti. Yalman’ı yakından tanımazdım. “Listesinde kimler var?” diye sordum. Bilmiyordu. “Düşünürüm” dedim. Ertesi gün başka bir arkadaşım, Ali Ruhi Gümüşoğlu aradı. Yönetim kurulu listesine girmem için Alp Yalman’ın benimle görüşmek istediğini söyledi. Benim için sürprizdi; böyle bir görevi hiç düşünmemiştim. Yapı-Endüstri Merkezi’ndeki ve HAS Mimarlık’taki görevlerimizin yanı sıra uluslararası bir kuruluşun, Uluslararası Yapı Merkezleri Birliği UICB’nin de başkanıydım.

Alp Yalman’la Gayrettepe’de, Yalman’lara ait Tatko’da buluştuk. Bugün orada Astoria AVM binası var. Üyelerden Cengiz Kuban ve Ergun Erman oradaydılar; seçim kampanyasında Yalman’a yardımcı oldukları anlaşılıyordu. Yalman, yönetimde görev alma konusunda ne düşündüğümü sordu. Üzerimdeki yükümlülükleri sıraladıktan sonra “Çok zor” dedim. Ve ekledim: “Siz bu seçimi kazanacaksınız. Alp Yalman olduğunuz için değil, tıpkı 26 Mart 1989 yerel seçimlerinde olduğu gibi, politik kimliği nedeniyle Ali Tanrıyar’a duyulan tepkiden dolayı kazanacaksınız. Zaman bakımından öylesine sıkışık konumdayım ki, kaybedeceğinizi bilsem, önerinizi hemen kabul ederdim” dedim.

Söylediklerimle kendisini gücendirmiş olabilirdim ama sözlerim doğruydu. İki yıl önceki seçimde öteki aday Semih Haznedaroğlu son anda çekildiği için Dr. Tanrıyar tek aday olarak katılmıştı. Bu nedenle kulüp seçimlerine politik baskı karıştığı söylentileri çok yaygındı ve bu Tanrıyar’ı zayıflatıyordu.

Kuban ve Erman, “Sen Galatasaray’da okumadın mı? Senin Galatasaray’a borcun var; ödemelisin! Ayrıca Galatasaray’da görev alınmaz, verilir” diyorlardı. Kesin kararımı ertesi gün bildirmek üzere Tatko’dan ayrıldım. Benim için yöneticiliğin en zor yanı yeterli zamanı ayıramamak kaygısıydı. Öte yandan, Galatasaray Lisesi’nden sınıf arkadaşım Bengiz Bayraktaroğlu yönetimde görev alma konusunda istekliydi. Durumu da, zamanı da elverişliydi. Bunu öğrenince çok rahatladım. Böylece bana yapılan öneriyi kabul etmezken bir çözüm önerisi üretmiş oluyordum. Yalman’ı telefonla aradım: kendisini bulamayınca önerimi Cengiz Kuban’a aktardım. Rahatlamıştım. Benim için iş artık cumartesi günü genel kurula gidip oy vermeye kalmıştı.

Öyle olmadı… Cuma günü akşamüstü Alp Yalman beni aradı, “Biz Bengiz Bey’le anlaştık. Sizi birlikte bir çay içmeye bekliyoruz” dedi. Ben, “Ama, yalnızca çay içmeye, değil mi?” diye üsteledim. Yanıt “Evet”ti.

Tatko’da Yalman’ın bulunduğu kat bu kez çok kalabalıktı. Gazeteciler, televizyon kameraları, seçim öncesi kendisine destek veren üyeler… Odasına geçtiğimizde Yalman, “Yönetim Kurulu’na katılmanızı kesinlikle istiyoruz. Bakın dışarda gazeteciler bekleşiyorlar. Lütfen evet deyin; listemizi basına açıklayalım ve baskıya gönderelim. Şimdi sizi Bengiz Bey’le baş başa bırakayım” diyerek odadan çıktı.

Bu bir oldubittiydi, ancak yapılacak şey kalmamıştı. Akşam saat beş… Gazeteciler kapıda… Seçim ertesi sabah 10’da…Daha listeler bastırılacak… Kabul etmekten başka çare yoktu.

17 Mart 1990 seçimini Alp Yalman’ın başkanlığındaki liste kazandı. Benim için çoğu, tatlı anılarla yüklü deneyimlerin dolu dolu yaşanacağı altı yıl sürecek bir maratonun başlangıcı olacak tarihti bu.

“Galatasaray’da görev alınmaz, verilir” deyişinin anlamını böylece anlamış oldum.