Mimarlıkta Yerel Renkler Ne Yazık Ki Giderek Kayboluyor Kaynak : 12.05.2009 - Tek Satır | Yazdır

TEKSATIR’ın bu haftaki konuğu; Türkiye’de mimarlık mesleğinin gelişmesine büyük katkıları olan, Yapı-Endüstri Merkezi (YEM)’in kurucularından ve halen Yönetim Kurulu Başkanlığını yürüten Sayın Doğan Hasol… Mimar. İstanbul Serbest Mimarlar Derneği Başkanı. Yapı-Endüstri Merkezi Yönetim Kurulu Başkanı…

Türk mimarlığının en önde gelen isimlerinden biri olan Doğan Hasol, 1998 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi, 1999 yılında ise Yıldız Teknik Üniversitesi tarafından “Onursal Doktor” unvanına layık görüldü. Kendisine 2000’de Mimarlar Odası’nca Mesleğe Katkı başarı ödülü, 2007’de de Beykent Üniversitesi’nce de mimarlık dalında Onur Ödülü verildi.

Yaklaşık 40 yıldan beri Yapı-Endüstri Merkezi’nin başında olan Doğan Hasol, bu kurumun bilgi merkezi işlevi doğrultusunda hazırlanan “YAPI” dergisinin yanı sıra başta “Yapı Kataloğu” olmak üzere, mesleki kataloglar ve mimarlık kitaplarının yayımlanmasına öncülük etti. Kurslar, konferanslar, seminerler düzenledi ve Sanal Mimarlık Müzesinin hazırlanmasını sağladı.

TEKSATIR sordu; Sayın Doğan Hasol yanıtladı.

TekSatır: Bir şehri şehir yapan nedir?

Doğan Hasol: Bir şehri şehir yapan, en başta doğası, sonra tarihi ve mimarisidir. Şehirler uygarlığın, eski deyişle medeniyetin yoğunlaştığı yerlerdir. Medine sözcüğünün Arapça’daki anlamı “şehir”dir. Medeniyet sözcüğü de aynı kökten geliyor… Şehirsel işlevler, mimariyi zorunlu kılar. Mimari de o şehirlerin ulaştığı uygarlık düzeyinin göstergesidir.

Dünyanın önde gelen şehirlerine bir göz atarsak… Örneğin Paris’te tarih ve mimarlık vardır. Roma’da da öyle… Buna karşılık Rio’da doğa ve mimarlık ön plandadır; Rio’da tarih, tarih sayılamayacak kadar yenidir. İstanbul ise, doğası, tarihi ve mimarisi bakımından, hepsinden daha şanslıdır…

TekSatır: Şehirlerimizin çehresindeki tekdüze yapılaşmadan nasıl kurtuluruz?

Doğan Hasol: Şehirlerimiz, yoğun göç baskısı altında çok kötü gelişti. Aslında buna, gelişti demek doğru değil; belki de büyüdü dememiz daha anlamlı olur. Göçle gelenler kendi kırsal kültürlerini şehirlere taşıdılar. Örneğin İstanbul’da, ilkin gecekondulaşmayla kendi köylerini, mahallelerini yarattılar. Başlangıçtaki gecekondu olgusu, politikacıların da göz yumması hattâ yüreklendirmesiyle, sonradan spekülasyon aracına dönüştü. Aflar, tapu dağıtmalar, gecekondu mahallelerinin “yapsat” sürecine girmesine yol açtı. Ve kat karşılığı paylaşım düzeninde, kaçak, kötü apartmanlaşmalar başladı. Bu durum, şehirlerin belirli bölgelerini “bırakınız yapsınlar” yağma düzeni içinde; şehircilik ve mimarlık dışı, gelişigüzel, tekdüze yapılaşmaya itti.

Paralel bir olgu şehir merkezlerindeki sözüm ona yasal gelişmelerde de yaşandı. Verilen kat artışları arsa üretimi anlamına geliyordu. Dar sokaklarda uygun boyuttaki yapılar eklenen katlarla yükseldi. Yıkıp yeniden yapmalar sırasında, yönetmelik zorlamalarıyla da hepsi birbirine benzer oldu. Bu arada belli dönemlerin iyi mimarlık örnekleri de yok edildi.

Bu gelişmelerden kurtulmak kolay değil. Bu iş, niyet, zaman ve para ister. Ayrıca, “Kat Mülkiyeti” binaları çok ortaklı hale getirdi. Ortaklar anlaşamıyor; kararlar kolay alınamıyor.
Kentsel dönüşüm projeleri geçerli bir çözüm olabilir. Ancak bunların, kimi belediyelerin uygulamalarındaki gibi; ranta dönük olarak değil, şehrin yararına dönük olarak, çok planlı – programlı bir şekilde yapılması gerekir.

TekSatır: Ülkemizde, özellikle İstanbul’da, kent mimarisi, rant hesapları yapan “İmar Barbarları” tarafından kötü şekillendirilebiliyor. Sizce bu durumun önüne geçilebilir mi?

Doğan Hasol: Şehirlerimizin, özellikle de büyük şehirlerimizin bilimsel ilkelere göre hazırlanmış planları yok. Olanlar da çeşitli baskılarla sürekli olarak deliniyor. İstanbul’da, son dört buçuk yılda 4200 mevzii imar planı değişikliği yapılmış. Yani plan süreci, parsel bazındaki bireysel değişikliklere indirgenmiş.

“Planlarda da saydamlık yok, uygulamada da saydamlık yok. Kararlar parsele, parsel sahibine göre veriliyor. Doğal ki bunun sorumlusu belediyelerdir…”

Ayrıca plan yapma yetkisinde tam bir karmaşa var. Normal olarak plan yapma yetkisi belediyelerde… Ancak zaman içinde yetkili kurum sayısı yasal yollarla çoğaltılmış. Örneğin, turizm ve ticaret alanlarında yetki Bakanlar Kuruluna verilmiş. Ayrıca TOKİ’ye, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’na yetkiler tanınmış. Her kurum kendi işine geldiği şekilde, ana plan hedeflerinden bağımsız olarak plan değişiklikleri yapabiliyor. Geçenlerde Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nın bir üst düzey yetkilisi, plan yapma konusunda 14 kurumun yetkili olduğunu belirtiyor ve bu dağınıklıktan yakınıyordu. Öncelikle yetki karmaşasının giderilmesi ve planların herkese açık olması, yani saydamlığının sağlanması gerekir.

TekSatır: Belediyelerimizin siyasi yaklaşımı, şehirlerimizin yapılaşmasını ve mimari anlayışını sizce nasıl etkiliyor?

Doğan Hasol: Belediyelerimizin yaklaşımı, siyasetten çok rantı desteklemeye yöneliktir. Bu nedenle ülkemizde yerel yönetimler plan değişikliklerini plandan daha çok severler.

Aslında, belediyelerden çok, merkezi yönetimin mimarlığa bakışı çok önemlidir. Mimarlık, tarihte kendimizi dünyaya kabul ettirdiğimiz tek sanat dalı olmasına karşın; bugün, kamunun ve özel yatırımcıların mimarlığa bakışında tutarsızlıklar var. Mimari projeye adeta, dosyaya girmesi gerekli yasal bir belge olarak bakılıyor. Oysa o yapı şehrin çehresini, görünümünü, hattâ çevresinde yaşayanların psikolojisini etkileyecek ve geleceğe bırakacağı mimari mirası oluşturacaktır. Bu bakımdan, o yapı şehir için ve ülke için çok önemlidir. Başka bir deyişle, mimarlık herkes için gerekli, herkes için önemlidir. Unutmayalım ki, kentsel mekândan, binaların iç mekânlarına kadar; yaşanılan her ortam, mimarlığın bir parçasıdır.

“Biz “ol mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler” deyişindeki gibi, mimarlığın içinde yaşıyoruz, ama bunun farkında değiliz.”

Gelişmiş ülkelerin, yasal belgeler haline getirilmiş “mimarlık politikaları” ya da “mimarlık yasaları” var. Bizim “Mühendislik ve Mimarlık Hakkında Kanun”umuz 1938’den kalmadır ve tabii çok yetersizdir.

TekSatır: Mimarlık, şehirlerimizin çehresini nereye götürüyor?

Doğan Hasol: Şehirlerimizin çehresine egemen olan şey artık mimarlık değil, gelişigüzel yapılaşmadır. Mimarlık bir kalite yansımasıdır. Eskiden İstanbul ve Anadolu’daki yapılaşma geleneklerin, göreneklerin etkisi altında gelişiyordu. Doğal, doğru, saygılı gelişen bir anonim mimarlık söz konusuydu. Yörenin olanaklarına göre taş, ahşap, kerpiç, yani yerel malzeme kullanılmaktaydı. Kamu yapıları ve dinsel yapılar evlerden daha büyük ve görkemliydi. Ünlü Le Corbusier’nin de 1911’lerde saptadığı gibi: “Fânilerin evleri ahşaptan, Allah’ın evleri taştan”dır. Yapı boyutlarını, spekülatif amaç değil; insani yaklaşım ve ihtiyaçlar belirliyordu. Bu gelenek Anadolu’da ve İstanbul’da yüzyıllarca sürdü.

“Ne var ki 1950’den sonra, şehirlere göçle birlikte çözülme başladı; yapılar, bastıran ihtiyaçlar ve spekülatif amaçlarla büyüdükçe büyüdü. Şehirlerin örüntüsü, ölçeği, silueti değişti. Bugünkü görünümler, mimarlıktan ve şehircilikten nasibini almamış; plansız, gelişigüzel büyümenin ürünüdür.”

TekSatır: Etrafımızdaki düzensiz yapılaşma ve kötü görünüş Türkiye’deki mimarlığı tartışılır duruma getirmiştir. Hangi koşullar ve süreç bu duruma yol açtı sizce?

Doğan Hasol: Bugün “İstanbul’daki yapıların %75’inin kaçak olduğunu” söylemek, durumu açıklamaya yeter sanırım. Çevremizde, çok sayıda iyi mimarlık örnekleri de var kuşkusuz; ancak bunlar kötü yapılaşmanın içinde fark edilemiyor, kaybolup gidiyor.

TekSatır: Devlet Planlama Teşkilatı, Türkiye’de 3,5–5,5 yıl sürmesi öngörülen projelerin; ancak 9–15 yıl arasında tamamlanabildiğini saptamıştır. 1930’larda Uluslararası konkurla belirlenen İstanbul Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi projesi, 2009 yılında hâlâ yeniden restore edilmeyi bekliyor… Birçok alanda olduğu gibi Mimari’de de süreç bu kadar yavaş mı ilerliyor?

Doğan Hasol: Evet, Türkiye, başlanıp bitirilememiş yapılar mezarlığı halinde. Bu, daha çok kamu yapılarında görülüyor. Bakanlıklar çoğu kez politik nedenlerle, plan program dışı yatırımlara girişiyorlar. Tabii ödeneksizlik ve gereksizlik nedeniyle yapım tamamlanamıyor. Bakan ya da iktidar değişince de; söz konusu yapı, mezarlık envanterine ekleniyor. Bunların arasında hastaneler, okullar, hatta tamamlandığı halde işletilemeyen havaalanları bile var.

İstanbul AKM’nin maceralı bir yapım süreci olmuştu. 1930’larda açılmış bir uluslararası yarışma bile var. Ancak araya giren 2. Dünya Savaşından sonra başlanabiliyor yapıma. 29 Mayıs 1946’da Vali ve Belediye Başkanı Lütfi Kırdar döneminde İstanbul Belediyesi’nce Opera Binası olarak temeli atılıyor. Binanın projeleri Mimar Feridun Kip ve Mimar Rüknettin Güney tarafından hazırlanmış. Hedef, binayı, 29 Mayıs 1953’te kutlanacak olan İstanbul’un fethinin 500. yıldönümüne yetiştirmekti… Ne var ki proje; belediyenin boyunu aşınca, iş Bayındırlık Bakanlığı’na devrediliyor ve işin başına da bu kez Mimar Hayati Tabanlıoğlu getiriliyor…

Yapılan yeni projelerle Opera Binası Nisan 1969’da bitirilebildi ve “İstanbul Kültür Sarayı” adıyla açıldı. Binanın yapımı 23 yıl sürmüştü; ama iş bununla da kalmadı. 1970’te bir akşam Arthur Miller’in “Cadı Kazanı” adlı oyunu oynanırken sahnede yangın çıktı. Sahne ile salon arasındaki yangın perdesini indirmek kimsenin aklına gelmediği için, bina tümüyle yandı.

Sonra yine Tabanlıoğlu’nun yönetiminde bir kez daha inşa edildi ve 8 yıl sonra, 1978’de yeniden açılabildi. Bu kez adı, “İstanbul Atatürk Kültür Merkezi” oldu.

Şimdi bina yeniden ele alınıyor ve çağdaş olanaklarla donatılması gündemde. Binayı yıkıp yerine yoğun yapılaşmayla ranta dönük işlevler getirilmesi gibi “sivri” bir fikirden neyse ki vazgeçildi. Alınan karar doğru, ancak işler yine yavaş ilerliyor.

Bizde kamu yapılarında süreç yavaş işler. Kamu, proje yaptırmayı bilmiyor; bu işe gereken önemi vermiyor. Çoğu kez projeyi müteahhide havale ediyor. Kamu ihale sistemi hâlâ çok bozuk… İyi niyetlerle çıkarılan yasa, zaman içinde, çıkarlar uğruna getirilen değişikliklerle delik deşik edildi. Buna karşılık, profesyonel özel kesim; tasarımın gücünü ve avantajlarını artık kavramış durumda. Mimarlığa daha özenle yaklaşıyor ve kısa sürelerde iş bitirebiliyor.

TekSatır: Pek çok farklı üniversitede mimarlık fakültesi var. Buralardan mezun olan her mimarın yeterliliğini denk yapmak için bunların eğitim koşullarını ve yöntemlerini eşitlemeye yönelik bir sistem var mı?

Doğan Hasol: Evet, birçok üniversitede mimarlık fakülteleri var. Bunların eğitim sistem ve düzeyleri arasında farklılıklar da var. Eski, köklü okullar, dünyada geçerli akreditasyon sistemlerine girerek uluslararası düzeyde eşdeğerliklerini belgeleme yoluna gidiyorlar. Ülke içinde okullar arasında büyük farklar olmasına karşın, bir akreditasyon sistemi yok henüz. Sıralamayı biraz da öğrencilerin okul seçmedeki tercihleri belirliyor diyebiliriz.

Mezunlara gelince… Yasalar karşısında yetki bakımından hepsi eşit düzeyde. Bugünkü durumda; diplomayı alan, hemen yarın bir gökdelen dikme yetkisine de kavuşmuş oluyor. Oysa 4 yıllık eğitim, mimar olmak için AB standartlarında artık yeterli görülmüyor. AB standartlarına uyarsak eğer, eğitim süresi 5 yıla çıkacak; ayrıca “yetkinlik” için özel bazı eğitim ve staj koşulları aranacak…

TekSatır: Sizce mimarlık eğitimi kendini yenileyebiliyor mu?

Doğan Hasol: Her alanda olduğu gibi; kuşkusuz, mimarlık eğitimi de kendini yeniliyor. Ancak bunun düzeyi ve hızı çok önemli. Şu anda öğretim kadrosu açığı, pek çok okulda, ne yazık ki emekli kadrolar ve transferlerle kapatılmaya çalışıyor. Oysa gelişme için yerleşik, hattâ araştırmaya yönelik zinde kadrolar gerekli.

Bizim, mimarlık fakültelerinin bitirme projeleri arasında her yıl düzenlediğimiz bir yarışma var. Adı, Archiprix-Türkiye… Bu yarışmayı 13 yıldan beri düzenliyoruz. Yarışmaya bugüne kadar toplam 27 okuldan 773 genç mezun katıldı. Katılan okul sayısı mevcut okulların yarısı kadar… Gelişmeleri bu yarışma sayesinde çok iyi gözlemliyoruz. Gidiş için yine de iyimseriz.

TekSatır: Günümüz Türkiye mimarisi, kendi kültürünün uygulamasına değil, Avrupa veya Amerika ülkelerindeki gelişmelerin yorumlanmasına öncelik veriyor. Türkiye’de, özellikle İstanbul; yabancı yatırımcılar kadar yabancı mimarların da gözdesi haline geldi… Alışveriş merkezleri gökdelenler yayılıyor… Küreselleşmeden mimarlık da mı payını aldı dersiniz? Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Doğan Hasol: Günümüzde, bütün ülkelerin mimarlıkları birbirinden etkileniyorlar. Bunda iletişim olanakları ile teknolojinin yaygınlaşmasının ve küreselleşmenin büyük payı var. “Yerel”in özelliklerini yapılara yansıtmak, mimarın marifetleri arasında olmalıdır. Ancak iletişim öylesine yaygın ki; bu durum fikirlerin, formların, yeniliklerin dolaşımına kolaylıklar getirip etkileşimi körüklüyor. Başka bir olgu da mimarların dolaşımı… Örneğin 2008 Pekin Olimpiyatlarının simge yapısı haline gelen ve “Kuş Yuvası” olarak anılan olimpiyat stadını İsviçreli mimarlar yaptılar. Artık herkes her yerde… Örneğin, Has Mimarlık olarak biz de Gürcistan ve Libya için projeler ürettik. Kimi projelerimiz için de Amerikalı mimarlarla ortak çalıştık. İstanbul’daki büromuzla, Los Angeles’teki büro bilgisayar üzerinden, saat farkının sağladığı olanakla, çalışma sürelerini günde 16–18 saate çıkararak ortak proje üretebildi.

“Türkiye’nin yabancı mimarların gözdesi olmasından çok; yatırımcılarımızın gözdesi haline gelen yabancı mimarlar söz konusu… Yabancı mimar, yatırımcılarımız için adeta statü sembolü haline geldi.”

Özetlersek: Küreselleşen dünyadan, iyi veya kötü yönde mimarlık da payını alıyor… Bir yandan da, yerel renkler ne yazık ki giderek kayboluyor.

TekSatır: Projelerin Mimari sunuşlarında pek çok farklı bilgisayar programları ve teknikler kullanılıyor. Sizce sunumlar, o projenin mimari değerini, doğruluğunu ya da geçerliliğini etkiliyor mu?

Doğan Hasol: Yeni bilgisayar programları ve teknikleri; tasarıma, çizime ve ifadeye yardımcıdır. Ancak, tasarımı yapan makine değil, yine mimarın kendisidir. Programlar, tasarımın daha iyi algılanması ve kimi teknolojilerin çözümü ve uygulanmasına yardım edebilir. Kısacası, bilgisayar bir araçtır. Yeni formların kolayca görselleştirilmesi ve teknik çözümü için yeni ufuklar açtığı doğrudur.

TekSatır: Son yıllarda yapılan projeleri değerlendirdiğinizde, Mimarlığın geleceği konusunda ne düşünüyorsunuz?

Doğan Hasol: Mimarlık, yeni biçimler, yeni teknolojiler ve yeni malzemelerle; kendini geliştirme olanaklarına sahip oldu. Bunların iyi kullanılması, dünya mimarlığına yeni ufuklar açar. Bunun kötü kullanılması ise bence bir felâketi oluşturur.

“Küreselleşme, dünyayı tekdüzeleşmeye götürüyor. Büyük sermaye her yere yatırım yapıyor, her yere kendi mimarlık anlayışını taşıyor.”

İşte sizin de andığınız gökdelenler ve alışveriş merkezleri; bu olgunun tipik, genel geçer örnekleridir.

TekSatır: Mimarlık üzerine kitaplar yayınlanıyor, dergiler çıkarılıyor. İnsanların doğru mimariye ilgisini başka nasıl sağlayabiliriz?

Doğan Hasol: Kitaplar ve dergilerin yanı sıra; seyahat kolaylıkları nedeniyle kurslar, konferanslar ve seminerler uluslararası düzeye çıktı. Bilgisayar ve internet olanakları çok yaygınlık kazandı. Mimarlık alanında çok sayıda web sitesi var. Yalnızca Türkiye’de değil, bütün dünyada olup bitenleri her an görüp izlemek mümkün…

Bizim Yapı-Endüstri Merkezi’nin siteleri: “www.yapi.com.tr” ile “www.mimarizm.com” ve “www.yemkitabevi.com” bunun örneğidir. Hatta YEM’in bir de sanal mimarlık müzesi var: “www.mimarlikmuzesi.org” ve “www.archmuseum.org”: 365 gün, 24 saat açıktır. Türkçe-İngilizce, dünyanın her noktasından kolayca ulaşılabiliyor…

Mimarlığın toplumca algılanıp benimsenmesi eğitim düzeyine bağlı. Ancak, toplumumuz, her an mimarlık ortamının içinde yaşadığının, mimarlığın ne olduğunun hâlâ farkında değil ne yazık ki…

Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ediyoruz Sayın Doğan Hasol…