Türkiye’de yapı ya da mimarlık dendiğinde akla gelen ilk isimlerden Doğan Hasol. Onun 42 yıl önce kurduğu Yapı-Endüstri Merkezi de öyle… Türkiye’nin son 50 yıllık yapı sektörü tarihine yakından tanıklık eden Doğan Hasol, çok yönlü kişiliğiyle aynı koltukta birçok görevi birden üstlenen bir mimar ve yönetici. İMSAD’ın ve YEM’in kuruluşlarında yer alan Hasol, Mimarlar Odası Yönetim Kurulu, Uluslararası Yapı Merkezleri Birliği (UICB)’nin Yönetim Kurulu Üyeliği,başkan yardımcılığı ve üst üste iki kez üçer yıllık dönemler için aynı birliğin başkanlığı gibi görevleri başarıyla yerine getirdi. Serbest Mimarlar Derneği’nin de başkanlığını yürüten Hasol, eşi Hayzuran Hasol ve kızı Ayşe Erktin ile birlikte Has Mimarlık’ı kurarak birçok başarılı projeye imza atarak ödül kazandı. Yapı ve mimarlık sektörünü bu kadar yakından tanıyan bir ismi bulunca biz de Türkiye’nin yapı tarihine onun tanıklığıyla bir göz atalım ve nereden nereye geldiğimizin fotoğrafını çekelim istedik.
Yapı sektörünün 1960–2010 arasında nasıl bir gelişme gösterdiğinin yakın tanığısınız. 1961’de üniversiteden mezun olduğunuzda nasıl bir yapı sektörü tablosu vardı? 1961’de İstanbul Teknik Üniversitesi’nden mezun olup, aynı üniversitede asistanlığa başladım. O zamanlardan kalan ilginç bir öyküm var onu anlatayım. 60’lı yıllarda Lufthansa’nın Harbiye’deki şehir ofisinin düzenlenmesi işi bana gelmişti. Orayı yapacağız ama malzeme çeşidi son derece az o tarihlerde. Avusturya’dan Lufthansa’nın bu işlere bakan mimarı geldi. ‘Gidelim yapı malzemelerini topluca görelim’ dedi. O, böyle bir merkezin olduğunu düşünüyordu herhalde. Ben, kendisini Perşembe Pazarı’na götürdüm. O zamanlar yapı malzemesi sadece Perşembe Pazarı’nda satılırdı. Gittik, tezgâhlarda, işportalarda bazı malzemeler vardı. Oralarda olmayanlar, dükkânlardaydı. Birkaç dükkâna girdik; işportaya baktık. Sonra adam pes etti. ‘Bunları topluca görebileceğimiz bir yer yok mu?’ dedi. Hayır, yoktu. Gerçekten o gün böyle bir eksikliğin olduğunu hissetim. Aynı şekilde İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Yapı Araştırma Kurumu vardı. Onlar da, Taşkışla’nın hemen yanıbaşında malzeme sergileme yeri tasarlıyorlardı. Bugün Mühendishane olan yer. O bina öyle başlamıştı, fakat gerçekleşmedi. Daha sonra 1965’te yurtdışına gittiğim zaman, oralardaki yapı merkezlerini görme fırsatını buldum. Paris’te, Londra’da, Rotterdam’daki yapı merkezlerini gördüm. O fikirlerle Türkiye’ye geldim. ‘Böyle bir merkezi nasıl yapabiliriz’ diye düşündük ve Yapı-Endüstri Merkezi’ni kurduk.
Yapı-Endüstri Merkezi’nin tarihçesi, Türkiye’deki yapı malzemeleri sektörünün tarihçesi gibi sanki… O yıllarda yapı sektöründeki malzemelerden bahsedebilir misiniz? O tarihlerde malzeme çeşidi son derece azdı. Yapı malzemesinin merkezi İstanbul’da Perşembe Pazarı idi. Orada, portakal sandığı benzeri, kafes denilen, kare kesitli uzun sandıkların içinde fayans satılırdı. Türkiye’de sadece beyaz fayans üretiliyordu o tarihlerde ve renkli fayans yoktu. Terminezon denilen parçalar vardı. Onlar yurtdışından getirilirdi. Roca seramikleri gelirdi. Seramiği sadece Sümerbank Bozüyük Fabrikası üretirdi. 10×10 cm seramik karolar üretirdi, renk çeşidi son derece azdı. Daha farklı bir şey istediğinizde yabancı malzeme kullanacaktınız. Biz Yapı-Endüstri Merkezi’nin daimi sergisini açmaya 1967’de karar verdik; 1968 Martında açabildik. Sergimizde de malzeme çeşidi son derece azdı. Tuğla-kiremit vardı, fayans vardı. Bir de çok miktarda, marley dediğimiz yer karoları… Kaleflex, Halleyflex, Deliflex vardı. Daha sonra Rikett bunlara eklendi. Bugün, o firmaların hiçbirisi yok. Zaten marley üretimi de yok; o ürün dizisi ortadan kalktı. Harbiye’deki daimi sergimizi bile dolduracak kadar malzeme yoktu. 1978’de İstanbul Spor ve Sergi Sarayı’nda ilk Yapı fuarımızı yaptık. O da tabii bugünkü fuarlarla kıyaslanacak boyutta değildi. O zaman da çeşit azdı. Çanakkale’nin üretimi vardı. Eczacıbaşı’nın üretimi vardı. Sağlık gereçleri üretiyordu ama bir iki tip… Çeşitleri son derece azdı. ECA’nın üretimi ve onun rakibi PDF diye başka bir firmanın üretimi vardı. Musluk üretiliyordu. Dökümay’ın döküm banyo küvetleri vardı. Ve biz ilk fuarda pek çok şeyi ortaya koyduğumuzu düşünüyorduk ama bugünkü fuarlarla kıyasladığımızda oldukça yetersiz kaldığını söyleyebilirim.
İMSAD’la Türkiye AB’nin tam üyesidir. “İMSAD’ın kuruluşu 1984’te oldu. Dernek kurulmuştu. Biz derneğin kurulduğunu biliyorduk. Başkanı Hulusi Çetinoğlu Borusan’ın yönetimindeydi.Başbakan Özal’ın yakın dostuydu;aynı apartmanda oturuyorlardı. Hulusi Bey, bir gün Sayın Özal’a firmasının dertlerini götürmüş.Onun da şöyle bir tavsiyesi olmuş:’Böyle tek tek gelmeyin bana, birlik oluşturun, öyle gelin.’ İMSAD o tavsiye üzerine kurulmuş. Kurucular bir süre sonra benimle temas kurdular.’Biz derneği kurduk ama pratikte yürütemiyoruz. Gel, bunun içinde görev al, devreye gir’ dediler. ‘Ben sanayici değilim’dedim. ‘Sanayici değilsiniz ama bugüne kadar sanayicilerin yaptığından fazlasını yaptınız’ dediler. 1981’deki fuarımızı Atatürk’ün 100. doğum yılı nedeniyle İstanbul Sanayi Odası ile birlikte düzenlemiştik. Daha büyük bir fuar olmuştu o günün koşullarına göre. Ben derneğin fahri olarak genel sekreterliğini uzun süre yürüttüm. Daha sonra Nihat Batur, ki daha önce, İstanbul Sanayi Odası’nda İthal Malları Fiyat Tescil başkanıydı. Benim de Galatasaray’dan dostum… O daire Özal’ın liberal ekonomi politikası çerçevesinde kapatılınca, biz de Nihat Batur’u derneğe transfer ettik. Sonraki yıllarda beni derneğe başkan yaptılar. O dönemde fırsatları değerlendirerek Avrupa Yapı Malzemesi Üreticileri Konseyi’ne (CEPMC) üye olduk.O zaman Türkiye’nin AB üyeliği konuşuluyordu. Bugün de konuşuluyor ama dernek sayesinde sektör, AB’nin tam üyesidir şu anda…” |
Serbest ekonomiye geçiş…
Türkiye’nin olduğu kadar yapı sektörü açısından da 80’li yıllar önemli bir dönem sayılır. 80’lerde nasıl bir yapı sözkonusuydu?
1980 bir kırılma noktası sayılabilir. O tarihe geldiğimizde malzeme çeşidi bir miktar artmıştı ama kapasiteler yine sınırlıydı. 1980 sonrasında Başbakan Özal’ın getirdiği serbest piyasa ekonomisi ile ithalat başladı. İthalat başlayınca bizim sanayicilerin gözü açıldı. Hatta yine İstanbul Spor ve Sergi Sarayı’nda yaptığımız 1990 fuarında Sayın Özal, fuarın ziyaretçileri arasındaydı. Artık cumhurbaşkanıydı Kendisi bana, ‘İhracatı ve ithalatı açtık, iyi mi yaptık, kötü mü ?’ diye sordu. Ben de ‘bir bakıma iyi yaptınız’ dedim. Bizim sanayicilerimiz dışardan gelen o ürün çeşitliliğini ve zenginliğini gördüler. Önce onların temsilciliğini aldılar. Bir, iki yıl içinde benzer ürünleri üretmeye başladılar. Bu, işin iyi tarafıydı. Bir de işin iyi olmayan tarafı oldu. Bizim sanayicilerimiz kendi ürünleri ile yabancı ürünleri kıyasladılar ve bizim ürünlerin ‘niçin çok daha ucuza satıldığına’ şaştılar; ürünlerinin fiyatına zam yaptılar. Dolayısıyla malzeme fiyatları bir miktar arttı.

1950–1980 arası nasıl bir yapı tekniği ve malzemesi kullanılıyordu inşaatlarda? Kaba yapı malzemesi vardı. Tuğla vardı. Eskişehir Bölgesi’nde Kılıçoğlu, İstanbul’da Ekmekçioğlu vardı. Gerçekten tuğla ve kiremit üretimi Türkiye’de belli bir noktaya gelmişti. Bir de YTONG kurulmuştu. O da ciddi bir çaba tabii… Yapı teknolojimiz kötüydü. Bizim müteahhitlerin yurtdışına gidip, oralardan bir şeyler öğrenmelerine kadar gerçekten kötüydü. 1970’lerin başında Libya’ya gitmiştim. Orada STFA’nın Tripoli liman şantiyesi vardı. İşlerin başında bir arkadaşım bulunuyordu. Onlardan çok öykü dinledim. Kontrol örgütü İngilizlerdeydi. İlk yaptıkları duvarların hepsi yıktırılmıştı. Çünkü bizimkiler duvarları çok geniş derzli olarak örmüşlerdi. Kabul edilebilir bir durum değildi. İngilizler yıktırmışlar, yeniden yaptırmışlar. İşte, her kötü şeyden bir iyi şey çıkması gibi bir durum bu da…
Müteahhitlerimiz yurtdışına nasıl açıldılar o yıllarda? Türkiye’de yaşanan darboğazlar, örneğin 1974’te çıkarılan Finansman Kanunu’yla, konut yapım ve satış işleri durmuştu. Müteahhitler sıkıntıya girince yurtdışına gitme yolunu denediler. Türk müteahhitlerinin yurtdışına işçi götürebilme konusunda bir avantajları vardı. ‘Bir hafta içinde 500 işçiyi şuraya götürebilir misin?’ dendiğinde, müteahhitlerimiz götürebiliyorlardı. O dönemde bunu rahatlıkla yapabiliyorlardı. Gittikleri yerlerde disiplini, daha iyi ve kaliteli inşaat yapmayı öğrendiler. Daha sonra o müteahhitler, edindikleri bilgileri ülkeye getirdiler. O yılarda yazdığım bir yazıda, ‘bizim malzememiz fena değil; iyi. Çünkü Avrupa’dan makineyi alıyoruz, o makinelere gerekli elektriği verdiğiniz zaman, ürünü elde ediyorsunuz. Ama yapı yapmak öyle değil. Yapının içine giren, daha çeşitli konular var. Bilgi, iyi işçilik önemli…’ demiştim. 1960’larda dışarıya gönderdiğimiz işçiler nedeniyle işçilik kalitemizde zayıflama oldu. |
|
“Dünyada söz sahibiyiz” “Türkiye yapı malzemesi sanayisi Avrupa’da ve dünyada bayrak gösterir hale geldi. Dünyada söz sahibiyiz. Yurtdışında fabrikalarımız var, ihracatta söz sahibiyiz. Bugün yapı malzemesi üretimi Türkiye sanayisinin yüzde 10’unu oluşturuyor. İhracatının da yine yüzde 10’unu…İstihdama da katkısı yüksek. Ben sadece yapı malzemesini söylüyorum, beslediği sektörler olmadığı gibi bu rakamların çinde inşaat sektörünün kendisi de yok.” |
Nasıl bir zaaftan söz ediyorsunuz? Aslında Almanya ve diğer Avrupa ülkeleriyle yaptığımız anlaşmalarda, niteliksiz işçinin götürülmesi söz konusuydu. Fakat hiç de öyle olmadı. İşçileri, Salıpazarı’nda İş ve İşçi Bulma Kurumu’nda sınava tabii tuttu yabancılar. Bütün yapı sektörümüzün işçilik bakımından kaymağını alıp yurtdışına taşıdılar. Ben dahi, o tarihlerde birkaç çalışana, içim kan ağlayarak bonservis yazdım. Son derece iyi restorasyon ustaları Almanya’ya gitti. Ama yapılacak bir şey yoktu. Burada kalanlar, ‘her işi yaparım abi’ diyen işçiler oldu. Bunun getirdiği sarsıntıyla biz, kötü inşaat yapar olduk.
“Usulüne göre yapılan, yıkılmaz”
1980-1999 arası yaşanan dönem sektörün çıkışta olduğu bir dönem olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bazı eksikliklerimiz de hala görünüyor. Bu dönemden bahsedersek, neler anlatabilirsiniz? 1980–99 arası önemli bir dönemdir. Bu dönem bir furya dönemidir. Yüksek yapı yapmaya başladık ama ne eldeki bilgi elverişliydi, ne işçi yeterliydi, ne alet edavat bu işi yapmaya uygundu. Düşünün ki, elde ilkel çekülle, biz yüksek yapılar yaptık. Bu, olacak şey değil. Teknolojinin gereklerini yerine getirmek gerekiyordu; biz bunları yapamadık. 1999 depremi biraz bizi kendimize getirmeye yaradı. Ondan sonra yapılan yapıların, en azından İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde daha düzgün olduğunu düşünüyorum. Bir denetim sitemi getirildi; iyi, kötü, ama sonuçta işleyen bir denetim sistemi… O sayede yapılan yapılar daha düzgün oldu.
O gün yapı sektörüne dönük bir söylem bugün de tekrarlanıyor gibi sanki… O gün betonarmeydi suçlu, bugün kerpiç… O dönem ‘betonarme yapılar yıkılıyor’ diye bir söylem vardı. Betonarme yapı usulüne uygun yapılırsa yıkılmaz. Son Elazığ depreminden sonra da suç, kerpiç yapılara atıldı. Yanlış yapılan kerpiç yapılar tabii yıkılır. 99 depreminde de ‘Betonarme yapmayalım, çelik yapalım’ demişlerdi. Çelik de yanlış yapıldığında yıkılır. Çeliği yapacak kaç müteahhit, ekip, firma var? Bizim yöntemlerimiz ucuzluk esasına dayanan yöntemlerdir. Devlet dahi bugün proje seçerken ucuzunu seçmeye çalışıyor. Çok kötü bir kamu ihale düzenimiz var. Defalarca değiştirildi çıkarılan yasa… Kısaca, 99 depremi ciddi yatırımcıyı yola getirdi; onlara daha iyi inşaat yapmanın yolunu açtı diyebiliriz. Öyle bir avantaj oldu. Özetlemeye çalışırsak, 1950-80’e kadar kısıtlı olanaklarla, kısıtlı üretimle, tamamen sınırlanmış ithalat olanaklarıyla bir şeyler yapabildik. 80’den sonra malzeme üretiminde çeşit ve kapasite artırımı oldu. Bugün yapı malzemesi alanında gerçekten Avrupa’da ve dünyada söz sahibidir Türkiye. Müteahhitler yurtdışına gittiler, yurtdışında iyi işler yaptılar, kazandıkları deneyimi Türkiye’ye aktardılar. 99’dan sonra da bir uyanma ve bilinçlenme dönemi başladı diyebiliriz. Türkiye’nin her tarafında değil ama en azından büyük şehirlerde ve ciddi yatırımcılarda bir uyanma söz konusudur.
Yapı sektörüyle ilgili yasal mevzuat da, sektörün gösterdiği gelişmeyi karşılayacak düzeyde değil gibi… Onlar yapılmaya çalışıldı. Yeni bir kamu ihale yasası yapıldı, fakat sonraki değişikliklerle delik deşik edildi. Ortada ciddi bir gelişme olduğunu söyleyemeyiz. İhale yasası hem proje elde etme yöntemlerinde yetersizdir, hem de kamu inşaat ihalelerinde. Orada sıkıntı hala sürüyor. Ama ne var ki yapı malzemesi ve teknolojisi alanında çok büyük bir gelişme sağlandı. İnşaatlar çok daha hızlı ve iyi yapılabiliyor bugün.
O dönemlerde nasıl bir mühendislik formasyonu veriliyordu üniversitelerde? Ve sektörde mühendisler nasıl çalışıyordu? Mezun olduğum yıllarda Mimarlar Odası’nda da görev yaptım. O zamanlar bizim en büyük sorunumuz imzacı mimarlar ve mühendislerdi. Belediye Sarayı civarında kahvelerde oturan birtakım insanlar vardı. Yaşlı mimarlar ve mühendisler, kalfaların getirdiği düzeysiz projelere imza atar, sorumluluk üstlenirlerdi. 100’ün üzerinde sorumluluk üstlenen mimarlar ve mühendisler vardı. Gitmedikleri, hatta inşaatın yerini bilmedikleri halde inşaat sorumluluğunu üstlenenler vardı. Mimarlar Odası, o tarihlerde birtakım kısıtlamalar getirdi. ‘Yılda 12’den fazla inşaatta sorumluluk üstlenemezsiniz’ gibi. Onları takip ederdik. O tarihlerde işin şakasını da yapardık, ‘imara, mimara ne hacet, gidersin kalfaya senin işini yapar’ diye. Zaman içinde tabii bazı düzenlemeler getirildi. O tarihlerde inşaat mühendisleri mimarlık da yaparlardı. Bütün bunlar, zaman içinde yerine oturdu.
Üniversitelerimizde durum nedir? Türkiye’nin hala sıkıntıları var. Çok sayıda üniversite açıldı. Bu bir bakıma iyi, bir bakıma kötü. Üniversite sayısının çoğalması istenecek bir şey ama üniversitenin niteliği, işlevlerine verebildiği yanıt önemlidir. Aksi halde, yeterli öğretim elemanı yoksa, yeterli laboratuarları, atölyeleri, teknik altyapıları yoksa bu, sıkıntı verici bir durum yaratır. Avrupa Birliği insana yönelik üç ana meslek kabul ediyor: Mimarlık, hukuk ve tıp. Bu alanlar için getirdikleri ciddi önlemler var. Avrupa’da bugün 4 yılda mimar çıkaran okul kalmadı. Türkiye’de YÖK sistemiyle bütün mimarlık okulları 4 yıla indirildi. Avrupa bir mimarın 4 yılda yetişmeyeceğini kabul ediyor. Bizde 4 yıl mimarlık okuyan ve diplomasını alan biri, yarın isterse yetkilerini kullanarak gökdelen dikebilir. Bu, olacak bir şey değil. Olmaması gerekiyor. Şimdi birtakım akreditasyon çalışmaları var. Avrupa’ya paralel olarak bizde de birtakım süzgeçler konacaktır. Okul 5 yıl olacak, 1 yıl da zorunlu staj görecekler genç mimarlar. Bunlar hem Avrupa ile denklik için hem de inşaat sektörümüz için yararlı gelişmeler olacaktır.

“Malzemeyi çalmak cehalet işidir.” “Trendler değişiyor. Strüktür malzemesi olarak hala betonarme önemli. Doğru yapılırsa, projsine göre yapılırsa, malzemesi çok iyi kullanılırsa sorun kalmaz. Çok yüksek yapılarda çelik kullanılacak tabii. Onu uygulayacak firmaların yetişmesi lazım. Depremde, ‘Müteahhit malzemeden çaldı, bina yıkıldı’ diyorlardı. Ben de ‘Müteahhit malzemeden çalmadı; çalınan bilgidir. Malzemeyi çalmak dahi bir cehalet işidir’ diyordum. Sİz doğru dürüst bir proje yapar, iyi işçilik ve doğru malzeme kullanırsanız o iş doğru olur. İyi projeyle yapılan bina daha pahalıya çıkmaz, daha ucuza çıkar.” |
“İnşaat sektörü krizlere alışıktır”
Kriz sonrası sektör bir bocalama dönemine girdi. 2005’te başlamıştı bu durum. Umutlar 2010-11’e aktarıldı. Gelecek nasıl olacak? İnşaat sektörü geçmişten ders çıkarıp neler yapacak? İş yapma şekilleri nasıl değişecek? İnşaat sektörü bu krizlere alışıktır. İnşaat sektöründe 7 yıl bolluk, 7 yıl darlık olayı öteden beri söz konusu olmuştur. Bir finansman kanunu çıkarırlardı, bilmem ne vergisi getirilerdi, konut satışları ve yapımı tıkanırdı. İnşaat sektörünün belirleyici öğesi, lokomotifi konuttur. Krizlerle birlikte insanlar harcamalarını kısıyorlar. Harcama kısıntısı önce konutta başlıyor. Krizde ilk olarak inşaatta başlıyor, en son inşaatta bitiyor. Bu arada sektör kendisini bunalımlara adapte etti. Yenileme konuları ve ihracat devreye girdi. Bu bakımdan belli bir deneyime kavuştu. Yumurtaları farklı sepetlere koymayı öğrendi sektör. Bu kriz de bitecek nasıl olsa. Türkiye hızlı artan nüfusunun ve kentleşmenin ihtiyaçlarını karşılayacak konutu yapmak zorunda.
Bu kriz dönemlerini eskiden müteahhitlerimiz nasıl atlatıyorlardı? Müteahhitlerimizin bilgi birikimi oluştu. Burada sıkıntı olduğunda yurtdışında iş buluyorlar. Petrolün değerli olduğu dönemde, Kuzey Afrika ve Arap ülkelerinde iş yaptılar. Başkasının taşıyla, başkasının kuşunu vurdular. Sonra Rusya’ya gittiler. Orası tıkanırsa, başka yerlere giderler. Bugün ABD’de çalışan Türk müteahhitleri var. Türkiye’nin komşu ülkeler stratejisini de doğru buluyorum. Pazar hemen burnumuzun dibinde. En iyi alışveriş, komşu ile yapılır. Yakındır, daha kolay gider gelirsiniz, mal iletirsiniz, anlaşabilirsiniz. Kavga da edersiniz ama yine en iyi diyaloğu yakınlarınızla kurarsınız. Bence komşuları ihmal etmemek gerekir. AB ülkelerine, örneğin Almanya’ya ihracatımızda da artış yeniden başladı. Almanya bizim önemli bir ekonomik partnerimiz. Orada yaşayan Türklerin de bunda çok büyük katkısı var.
|