Restorasyon Denince… Kaynak : 02.10.2017 - OT Dergisi - 56 | Yazdır

Tarihsel ve kültürel varlıkları korumak insanlık borcudur. Kültürel varlıklar arasında doğal ki değerli mimarlık yapıtları da var. Bunların ille de tarihi olmaları gerekmez, tıpkı öteki sanat eserleri gibi. Çağdaş yapıtlar da bugünkü değerlerinin yanısıra, yarına bırakılacak mirastır.

Biz ne yazık ki son zamanlarda değerleri kolay harcar olduk. Bu tutum her alanda yaygınlaşıyor. İşte, kolayca yıkılıveren, Cumhuriyet döneminin tescilli mimarlık eserleri: Ankara’da Göl Gazinosu, İller Bankası, İstanbul’da Karaköy Yolcu Salonu, gibi. Bunlar yalnızca birkaç örnek… Aslında liste, yazımıza sığmayacak kadar uzun. Bir de topun ağzında olanlar var: İstanbul ve Ankara’da AKM’ler, Ankara 19 Mayıs Stadyumu, Saraçoğlu Mahallesi, Taksim Gezi Parkı vb. gibi…

Biliyoruz ki Türkiye bir mimarlıklar ülkesidir. Finlandiya ve Brezilya gibi bazı ülkeler, son yüz yıllık dönemde üretilmiş başarılı mimarlıklarıyla ülkelerini “Mimarlık ülkesi” olarak tanımlarlar. Oysa onlarca uygarlığa ev sahipliği yapmış Türkiye topraklarında yüzyılların, hattâ binyılların mimarlık birikimi vardır. İşte, Göbekli Tepe, Çatalhöyük, Truva, Yunan, Roma kalıntıları, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemleri anıt eserleri… Bütün bunlar bu toprakların ürünüdür ve insanlığın bize emanetidir. Bunları, din, dil, ırk, milliyet ayrımı yapmadan korumak ve çağın ürünleri ile birlikte geleceğe aktarmak insanlık görevlerimiz arasındadır.

Gelelim restorasyon konusuna… Korumanın en önemli yollarından biridir restorasyon. Korunacak yapıtların öncelikle, ayakta kalmalarını ve yaşatılmalarını sağlamak amaçtır. Restorasyon, “korunması gereken yapıtın aslına uygun olarak, özgünlüğü korunarak, olabildiğince asli malzeme, işçilik ve yapım tekniğinden yararlanılarak en az müdahale ile onarılması”dır.

Restorasyonun başarı değerlendirilmesinde, yapılan işlerin bu genel tanıma uyup uymadığı dikkate alınır.

Restorasyonda değerlendirme ölçütü budur. Bir de konuyu çok basite indirgeyen pratik bir değerlendirme ölçütü vardır. Şöyle: “Bunun neresi restore edilmiş ki?” dedirtecek restorasyon, başarılı restorasyondur. Eskiyi ezecek, hattâ yok edecek türden uygulamalar, fanteziler kabul edilemez.

Restorasyon evresinde, güçlendirme (konsolidasyon), uygunsuz eklentilerden arındırma (liberasyon), bütünleme (reintegrasyon) yani orijinale göre eksik olan bölümlerin tamamlanması, yenileme (renovasyon) ve kısmen ya da tümüyle yitirilmiş yapıt için yeniden yapım (rökonstrüksiyon) söz konusu olabilir.

Bütün bu yapılanlarda titizlikle üzerinde durulması gereken önemli nokta, “özün, özgünlüğün, kimliğin” korunmasıdır. Bunun sınırlarını aşıp uygunsuz eklemelerle yeni alanlar kazanmaya, yeni marifetler gösterilmeye çalışılırsa işin adı restorasyon olmaktan çıkar. Ne yazık ki restorasyon adı altında bu değerlendirmelerin çok uzağında kalan uygulamalarla sıkça karşılaşıyoruz: Gıcır gıcır, pasta görünümünde yenilenen Bizans surları örneğindeki gibi.

Korunması öngörülen yapılar, eski işlevleri ile yaşatılmayacaksa onların restore edilerek yeni işlevlere göre düzenlenmesi normaldir. Ancak burada da yine dikkat edilecek önemli nokta, iç ve dışta yapının özgün mimari özelliklerinin korunmasıdır. Bu yargı, korunması gereken tarihi ve doğal çevrelere ilişkin uygulamalar için de geçerlidir.

Son yıllarda başka sorunlarımız da var: 16 yy. taklidi camiler, cepheleri sözde Selçuklu – Osmanlı motifleriyle süslü kamu yapıları, okullar, adliye binaları ve benzerleri ile tarihi yeniden üretme özentileri. Ünlü şair Ahmet Haşim bu tür mimariyi “Mürteci Mimari” olarak adlandırmıştır; o teşhis bugün de geçerlidir. Mimarlık, çağın olanaklarıyla özgün bir dil geliştirir ve o doğrultuda eserler verir. Sanatta, kopya ve taklidin değeri sıfırdır; bu anlayışın mimarlıkta da yeri olamaz.