Türkiye’de Mimarlık Nereye Gidiyor? Kaynak : 01.12.1991 - Yapı Dergisi - 121 | Yazdır

Kasım ayı içinde Yapı-Endüstri Merkezi’nde düzenlenen dizi forumlarda bu sorunun yanıtını aradık. İstanbul’daki üç mimarlık fakültesinin dekanlarının da katıldıkları tartışmaları kendi görüşlerimizi de katarak şöyle özetleyebiliriz:
Türkiye’de, iyi mimarlar ve tek tek iyi mimarlık örnekleri vardır. Ancak ülke genelinde uygar bir yerleşme ortamından, mimari çevrelerden söz etmek ne yazık ki olanaklı değildir. Şehirlerimizin perişan durumu bunu açık seçik göstermektedir.
1950’lerden bu yana kentleşme bir devlet politikası haline getirilmiş, bu politika bütün hükümetlerce bilinçli ya da bilinçsiz destek görmüştür. Başlayan göç, plansız, programsız, dağınık bir akın şeklinde artarak sürüp gitmektedir. Kentleşme böylece oluşmakta, ancak kentlileşme bir türlü gerçekleştirilememektedir. Bu akınla, özellikle büyük şehirlerimiz tarihlerini, kültürlerini, kısaca bütün çevre değerlerini yitirmek üzeredir ve korkunç bir kargaşanın içine itilmişlerdir. Özellikle son on yılda oluşan tahribatın belki de yüzlerce yılda düzeltilmesi mümkün olamayacaktır. Buna karşılık göç veren şehirlerimiz boşalmakta, ekonomileri çökmektedir.
Bütün bu gelişmelerin sorumlusu kimdir? Aklıbaşında bildiğimiz pek çok kişi bile kolayca, yüzeysel bir hazırcevap davranışıyla “mimarlardır” deyip işin içinden sıyrılmak istiyor. Nedense, toplumdaki yaygın kanı da budur. Toplum, sorumluyu böylece ‘bulduktan sonra rahatlamış görünüyor. Oysa bu sorunun kısa yanıtı, “kitleleri bir insan seli halinde şehirlere gelmek zorunda bırakanlar kimlerse, sorumluları da onlardır” olmalıdır. Örneğin her yıl İstanbul’a 300-400 bin kişinin gelmesine neden olanlar, varılan kötü sonuçların asıl sorumlularıdır. Düzensiz göçü teşvik edenler, özendirenler, şehirlerde arazi mafyasına teslim olanlar, yetkilerini kullanmayanlar, ya da kötü kullananlar asıl sorumlulardır.
Bütün bunlar, plansız gelişmelerin getirdikleridir. Büyük şehirlerin başına gelen başka bir olgu da göstermelik şehir planları ve sözde planlı yapılarla getirilen tahribattır.

Gecekondular ve kaçak yapılarla kuşatılmış durumda can çekişen İstanbul’a indirilen son hançer darbeleri bunun açık örnekleridir. İşte Dolmabahçe’nin sırtına yüklenen kambur: Swissotel, işte Conrad Hilton, işte başka bir canavar: Park Sürmeli, yapımı çok şükür durdurulabilen Dolmabahçe gökdeleni Gökkafes. Yeşil alanı, İstanbul’un ölçeğini, siluetini tahrip eden sağlıksız eklemeler… Bunlar İstanbul’u hiç tanıyamamış bir belediye başkanının emirleri -ve destekleyicilerinin- çabalarıyla, bilime, sanata, şehircilik kurallarına aykırı olarak dikilmiş ve dikilmekte olan yapılardır. Yine denilecek ki “bu yapıların altında mimarların imzaları yok mu?” Tabii var.. her mesleğin iyi uygulayıcıları” da vardır, kötü uygulayıcıları da.. Bunların mimarlıktaki oranı, başka mesleklerdekilerden ne daha azdır, ne de daha çok. Ayrıca, zaman zaman bakanların ve hatta cumhurbaşkanlarının bile bu çabalara katkıları olduğu düşünülürse bu durum, yitirilen bir savaşın sorumluluğunu bir yüzbaşıya yüklemeye benzemez mi? Türkiye’de mimariyi, nedense, herkes bilir, işe herkes karışır. Dünyada amatörlerinin bu denli bol ve iddialı olduğu başka bir meslek var mıdır acaba?
Bugün Türkiye’de mimarların imzasını taşıyan yapılar toplam yapılanların ancak yüzde 5’ini oluşturuyor. Mimarlar işsiz; Türkiye, mimarlarından yararlanamıyor. Toplum ise mimarlara yetki vermiyor, yalnızca soyut sorumluluklar yüklüyor.
Mimarlar topluluğu, yıllardan beri haykırmakta, ülkeyi yöneten karar mekanizmalarını yıllardan beri uyarmaya çalışmaktadır. Sorun, toplumun sorunudur, önemli olan toplumun bilinçlenmesi ve konularına sahip çıkmasıdır. Şehrin kentlileşmiş halkı, şehrine sahip çıkmaktadır. İstanbul’da bunu gösterebilmek için şimdi fırsat vardır: Park Sürmeli Oteli.
Altında Puşkin’in kitap okuduğu ağacı kestirmemek için Moskovalıların, Taşkışla’yı kurtarmak için Teknik Üniversitelerin gösterdikleri kararlı ve onurlu direniş toplumumuza örnek olmalı.