Üsküdar Anıları |
Kaynak :
01.12.2010 -
Mimarist - 38
|
![]() |
Çocukluk ve gençlik yıllarımın önemli bir bölümü Üsküdar’da geçti. Bu süre 1944-64 arasına rastlıyor. Sonra da 1994 sonundan bu yana yine Üsküdar’dayım; dolu dolu 15 yıl da orada var. Kısacası, 35 yıllık Üsküdarlıyım. Ömrümün neredeyse yarısı… Yaşamımda Üsküdar’ın önemli bir yeri var.
Yıl 1944… Babamın Erzincan’daki devlet memurluğu görevinden ayrılmasından sonra ailece İstanbul’a gelmiştik. Aile için artık kesin dönüştü bu. Üsküdar’da İnadiye Yokuşu üzerinde üç katlı bir ev kiralandı; oraya yerleştik. Üsküdar’daki bu arnavutkaldırımı yokuşun nedense çeşitli adları var: İnadiye Yokuşu, Menzilhane Yokuşu, Gündoğumu Caddesi gibi… Osmanlı’da ordunun sefere çıkarken ilk geçtiği yollardan biri. Aşağıda taşları eğrilmiş, artık kullanılmayan, bakımsız küçük bir mezarlık… Kenarında akşamları dikilen dilek mumlarının ışıklandırdığı salaş bir türbe: İskender Baba Türbesi. Karşısında erkekler ve kadınlar için ayrı bölümleriyle Ağa Hamamı; öteki yanda Ağa Camisi… Evler büyük çoğunlukla ahşap, iki ya da bizimki gibi üç katlı. Çoğunun arkasında bahçesi var. Bizim bahçe epeyce büyük… Çok farklı türden erik ağaçları ile dut ve kayısı ağaçları meyvelerini cömertçe sunuyor. Bu evlerde yaşam, yazın kolay ve zevkli, kışın sobayla ısıtma zorunluluğu nedeniyle epey çileli. Gördüğü günden uzaklaşmış, giderek yoksullaşmış bir mahalle… İskender Baba Türbesi’nin, karşısında büyük bir ahşap konak var. Oda oda kiraya verilmiş. Bitişiğindeki iki katlı evin sahipleri, saraylı iki hanım… Onlar da artık bir hayli yaşlanmış. Bir süre sonra, tifoya yakalandıkları için kapılarına sarı karantina kâğıdı yapıştırılacak, sonra da bu dünyadan ayrılacaklar. Biraz ötede, Pırnal Sokağı’nda Ethem Pehlivan’ın evi vardı. İri yarı Ethem Pehlivan, adından da anlaşılacağı üzere eski bir pehlivandı, tramvaycı üniformasının göğsünde sürekli olarak bir İstiklal Madalyası taşırdı. Kuvayımilliye’ye katılmış, ayağından sakatlanmış. Bu nedenle bastonluydu ve sekerek yürürdü. Hayli ilerlemiş yaşına karşın, Bağlarbaşı tramvay deposundaki görevini hâlâ sürdürmekteydi. Ama asıl ünü, pehlivanlıktan kalma deneyimiyle(!) mahallenin çıkıkçısı olmasından gelirdi. Gün gelecek, benim de çıkan sol dirseğimi ustalıkla yerine oturtacaktı. İskender Baba Türbesi’nin karşısındaki sevimli küçük camiden herkesin anladığı duru bir Türkçeyle ezan sesi yükselir: “Tanrı uludur… Tanrı uludur… Tanrı’dan başka yoktur tapacak!..” O zamanlar hoparlör daha çığırtkanlık işlevini üstlenmemiş. Bazen de mahallenin çocuklarından birinin tiz sesi müezzinin sesinin yerini alır: “Tanrı uludur!..” Mahallede hemen herkes, bütün aileler birbirini tanır: Kaymakam Beyler (o zaman yarbay da böyle anılırdı), nüfus memurları, tapucular, komiserler, Trabzonlu teyzeler vb… Komşuluk canlıdır. Aileler sık sık evlerde toplanırlar, aralarında iyi bir dayanışma vardır. Mahallenin renkli simaları da eksik değildir. Örneğin, sucu veya o zamanki deyişle “saka” Cemile Hanım… Cemile Hanım, eski bir memur olan bakkal-muhtar Muhsin Bey’den ve Etem Pehlivan’dan sonra mahallenin en çok tanınan kişisidir. Gün boyu evlere su taşır. Evlerin bir bölümünde terkos suyu vardır, fakat çoğu kez kesilir, akmaz. Cemile Hanım, suyu nereden bulursa bulur, eşeğinin sırtına vurduğu dört tenekeyle imdada yetişir. İstanbul’un sayılı kışlarından birini anımsıyorum. Sürekli yağan kar, yokuşumuzu doldurmuş. Savaş yıllarının sıkıntıları sürüyor. Karne karşılığında alınmış kok kömürüyle yanan sobalarımızın sıcağına sığınmışız. Akşamları bir görevlinin gelip ucu fitilli uzun sopasıyla tek tek yaktığı sokaklardaki havagazı fenerlerinin kör ışıkları altında, mahallenin delikanlıları kızak olarak kullandıkları el merdivenleriyle yokuşun tepesinden kendilerini topluca koyveriyorlar, sekiz tek dümencili gibi. Kâh yuvarlanıyorlar, kâh yokuşun dibine varabiliyorlar; sonra sırtlarında merdiven, tırmanış yeniden başlıyor. Herkese yetecek kadar kızak olmadığı için el merdivenleri kızak olarak kullanılıyor. Biz, sımsıcak odamızın penceresinden çocuk gözlerimizle, keyifle seyrediyoruz bu cümbüşü. Bazı akşamlar da bozacının ya da tahin-pekmezcinin sesi yankılanıyor. Mahalle bekçisinin tiz düdüğü zaman zaman uykumuzu bölse de bize güven veriyor. * * *
Çocukluk yıllarımda Üsküdar, şirin kent dokusu, eski ahşap evleri, çok sayıdaki irili ufaklı camileri, çeşmeleri, imaretleri, mezarlıklarıyla, İstanbul’un az dokunulmuş semtlerinden biriydi. Zaman içinde yoksullaşmış olması, belki de hızlı bir şekilde yenilenme yoluyla doku ve çehre değişikliğine uğramasını ve böylece tahrip olmasını önlemişti.
İnsanlar birbirlerine yakındılar ve komşuluk bilinci, dayanışması yaygındı. Savaş, insanları büsbütün yakınlaştırmıştı. Kaçgöç yoktu… Kıyafet de çağdaştı. Eskinin esintisi olarak siyah çarşaf tek tük görülürdü. O da yaşlı kadınlarda… Bugün toplumsal (hatta siyasal) kavgası yapılan türban, o dönemin kıyafeti değildi.
Mütevazı dükkânların duvarlarını, çoğu kez Atatürk, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’ın taşbaskılı renkli portreleri süslerdi. Yine sık görülen “Şanlı Yavuz” resimlerine, İstanbul ziyaretinden sonra Missouri’ninkiler de eklendi. Yine yaygın posterlerden biri de, veresiye istenmemesini sağlamak üzere asılan “peşin satan”, “veresiye satan” esnafı temsil eden posterdi. Bir yanda peşin satan adam vardı: Göbeğini şişirerek koltuğuna kurulmuş, keyifle çubuğunu tüttüren; öte yanda arkasındaki, kapağı açık kasada farelerin oynadığı zayıf, çelimsiz, kahrolmuş bir adam… Bu, veresiye satandı.
Ayakkabıcı Yaşar, Foto Kenan, Kırtasiyeci Acem Cevat, Şekerci Zekeriya Bey’in dükkânları, Ömer Kenan Eczanesi, Elektrikçi Nurettin Bey, Alptekin Pastanesi, Kanaat Lokantası Üsküdar’ın tanınmış alışveriş ve buluşma noktalarıydı.
Şemsipaşa’da ve Paşalimanı’nda tütün depoları vardı. Aynı zamanda tütün işlenen bu tesisler, İnhisarlar (Tekel) İdaresi’ne ait olmakla birlikte Fransızcadan gelen eski adlarıyla “Reji”(1) olarak anılırdı. Çevrelerine buram buram tütün kokusu yayan bu tesislerde çok sayıda kadın-erkek işçi çalışırdı.
Tam bir toplumsal mozaik söz konusuydu. Rumların, Yahudi ve Ermenilerin yanısıra, esnafta etnik kökenleriyle anılanlar da vardı: Bulgar sütçü, Boşnak manav, Arnavut dondurmacı… Bunların birçoğu savaşlarla oradan oraya savrulmuş insanlardı; bir bölümü de Osmanlı mozaiğinin son örneklerini oluşturuyordu.
Üsküdarlıların kışlık eğlence yerleri Hale ve Bizim adlı sinemalardı. Bizim Sinema hangar gibi bir yerdi. Hale ise düzgün yapılmış bir sinemaydı. Bunlara daha sonra Doğancılar yokuşunda özenle inşa edilen Sunar Sineması eklendi. (Bugün bunların hiçbiri yok artık.) Ayrıca, çok sayıda yazlık bahçe sineması vardı. Filmlerdeki öpüşme sahnelerinde birkaç seyircinin “Eyi muz” diye bağırması olağandı.
Üsküdar’daki ilk büyük değişiklik 1950’lerdeki “Menderes imarı” ile oldu. Çarşının bulunduğu Hâkimiyet-i Milliye Caddesi genişletilecekti. Önce yolun iskeleye inerken sağ yanındaki dükkânlar yıkılmaya başladı. Bu arada tarihi ve dini yapıların bile gözünün yaşına bakılmadı: Büyük Hamam’ın soyunmalık bölümleri, Horhor’da Kısıklı’ya dönen yolun köşesindeki Kırklar Türbesi yıkılıverdi. Türbede üzerleri yeşil örtü kaplanmış sandukalar vardı. Sanıyorum ki, yatırların sayısı 40’tı ve türbe de adını buradan almaktaydı. Yıkıntılar uzun zaman, olduğu gibi bırakıldı. Yol genişletme amacıyla balıkçılar ve meyvecilerin oluşturduğu çok renkli çarşının bir bölümü yok olmuştu. Bu arada neyse ki cadde üzerinde bulunan ıhlamur ağaçlarına dokunulması gerekmemişti. Bu sayede bugün bile haziran aylarında Üsküdar çarşısı ıhlamur kokar.
Yolun genişletilmesi yine yayalardan çok taşıtlara yarayacaktı, çünkü iki yakayı birbirine bağlayan araba vapurunun bir iskelesi Kabataş’ta, ötekisi Üsküdar’daydı. Genişletilen Üsküdar İskele Meydanı da ileride araba vapurunun bekleme otoparkı olarak uzun yıllar hizmet edecekti. Zaten otoparka ya da otobüs-minibüs duraklarına dönüşmek, bizde bütün meydanların ortak kaderi değil midir?
Önceleri, araba vapurları altı yedi otomobil alabilecek büyüklükteydi ve yalnızca bir ucu açıktı. Daha doğrusu liman tahliye gemileri araba vapuru gibi kullanılıyordu. Bu vapurlara otomobiller alınır, vapur, hareket ettikten sonra deniz ortasında 180 derece dönerek karşı yakadaki iskeleye yönelirdi. İskeleye yanaştığında da otoların arka arka çıkmaları gerekirdi. Şimdi, bu biraz tuhaf gelebilir ama kimsenin telaşı yoktu o dönemde; zaten otomobil, işe gidip gelme aracı da değildi. Geçiş, otomobilin karşı yakaya geçirilmesi zorunluysa olurdu. 1945-50 arasında nüfusu 1 milyon kadar olan İstanbul’da taşıt olarak özel otolar yerine vapurlardan ve tramvaylardan yararlanılırdı. Bir de Tünel Meydanı-Karaköy arasındaki emektar Tünel’den…
Daha sonra, bir ucundan girilen, öteki ucundan çıkılan büyük araba vapurları ithal edildi. Ardından, bu araba vapurlarının kopya edilmesiyle bizim tersanelerde yerli yapım başladı ve giderek daha büyükleri, 70-80 arabalık olanları üretildi. Hatta daha da ileride, eski gemilerin parçalarından yararlanılarak Karamürsel adlı, yandan çarklı çok büyük –yanılmıyorsam 120 otoluk– ama biraz hantal bir araba vapuru yapılmıştı. Üsküdar-Sirkeci hattı ise Kabataş’ın yükünü azaltmak üzere daha sonraki yıllarda devreye girdi.
1960’lı yıllarda arabasıyla karşıya geçmek isteyenlerin çoğalmasıyla birlikte araba vapurlarının sayısı da arttı; vapurların sayısı arttıkça da arabaların… Ancak, sık aralıklarla gece-gündüz kesintisiz işleyen araba vapurları arabalılar kadar, arabasız yolculara da hizmet verir olmuştu.
Tramvaylar kışın da iyi hizmet vermekten geri kalmaz, karlı yokuşlarda kaymayı önlemek amacıyla rayların üzerine bir yandan kum dökerek güvenle yol alırlardı. Tramvaylar delikanlılık günlerimizde bir işimize daha yarardı. Bisikletle yokuşları çıkmanın en kolay yolu sağ elle gidonu tutarken sol elle bir tramvayın arka kapısına tutunarak gitmekti, elbette vatman ya da biletçi görüp müdahale etmedikçe. Tramvay, yokuşları göreli olarak yavaş çıksa da bisikletle tramvaya eşlik etmek yine de kolay bir iş değildi ve ustalık isterdi. Ustalık mertebesine ulaşmak için de birkaç kez düşüp kalkmak göze alınmalıydı.
Giderek sayıları artan otomobillere yol açmak için trafik sıkışıklığına neden oldukları ileri sürülerek 1961 yılında İstanbul ve Beyoğlu yakasındaki tramvaylar kaldırıldı. Aynı modaya Üsküdar-Kadıköy yakası da uymakta gecikmedi; 1966 yılında bir gün tramvaylar Anadolu tarafında da törenler ve çiçeklerle, daha sonra Tramvay Müzesi olacak Gazhane’deki depolarına uğurlandılar. Değerbilmezliğimizin bir sonucu olarak daha sonra o müze de yok oldu.
Son tramvaylar böylece uğurlandıktan sonra, Anadolu yakasına otobüsler gelirken Avrupa yakasında troleybüsler devreye girmişti. Boynuzlu (!) troleybüslere sonradan o denli kızıldı ki, onlara seferden kaldırılırken çiçekli uğurlama bile yapılmadı. Ardından bütün İstanbul’da dolmuş egemenliği başladı. Şimdi, yıllar sonra tramvayı yeniden getirmeye çabalıyoruz. Bu kararlardan hangisi doğruydu acaba? |
Reminiscences of Üsküdar
Üsküdar is one of the oldest settlements on the Asian side of Istanbul. My childhood and most of my youth were spent there.
In 1944 our family settled in Üsküdar, where we lived in a three-storey house on a steep street lined by historic wooden houses. In those years Üsküdar was one of the most unspoilt districts of Istanbul, with its picturesque urban texture, old wooden houses, many mosques of all sizes, imarets and cemeteries. Over time the district had become impoverished, which meant there had been no rebuilding and modernisation, and it had remained untouched.
Close relations and solidarity between neighbours continued, and the difficult years of World War II had brought people even closer together.
The first major structural change in Üsküdar happened in the 1950s during the urban renewal of the Prime Minister Menderes period. The main road where the main shopping centre was situated was to be widened. Demolition began with the shops on one side of the road, not sparing even historic and religious buildings. Widening the road was intended for the benefit of vehicle traffic rather than pedestrians, because one of the piers for the car ferry that linked the two shores of the Bosphorus was located in Üsküdar. For many years the enlarged square beside the pier served as a carpark for vehicles waiting for the ferry. The square used to fill up with vehicles waiting their turn to cross to the other side, and sometimes the queues stretched for hundreds of metres. In later years this was cited as the reason for deciding to build the Bosphorus Bridge. The shore of Üsküdar commanded the finest views of the old city, Haghia Sophia, the Blue Mosque and Topkapı Palace from the Asian side. The faint buzz of the city in the distance, the cries of gulls and the plashing of the sea formed a natural music. Despite living in a large city, nature was still an integral part of life here. When in later years city life became dependent on the car, a broad coast road was built, flattening the entire shoreline like a steam roller. This road separated Üsküdar from the sea. Today Üsküdar is nothing like the old Üsküdar. Just as Istanbul is nothing like the old Istanbul. Tramvayla ilgili olarak Üsküdar’da da olumsuz bir anım vardır. Bir gün Üsküdar İskelesi’ne inmek üzere tramvaydaydık. Tam Doğancılar’ın köşesini dönmek üzereyken, bir askeri kamyonun çarpmasıyla tramvayımız raydan çıktı ve içeridekilerin çığlıkları arasında kısa bir süre –neyse ki kısa bir süre– parke taşı kaplı yol üzerinde, eski Halkevi yeni Kaymakamlık binasına doğru yol aldı ve frenleyerek nasılsa durabildi. İndik, çok şükür kimseye bir şey olmamıştı. Daha şaşkınlığımız geçmeden çok büyük bir patlama sesiyle irkildik. Ne olduğunu anlayamadan gergin sinirlerle eve döndük. Biraz sonra radyo haberleri, Sütlüce’de patlayıcı maddeler üreten bir fabrikada çok büyük bir patlama olduğunu, tesisin tümüyle yandığını, ölenleri, yaralananları, çevreye yaydığı korkuyu duyuracaktı. Sütlüce’deki patlama öylesine şiddetli olmuştu ki, sesini biz Üsküdar’da duymuştuk. Doğal ki yine, İstanbul’un karşılaştığı pek çok felakette olduğu gibi, fabrika ruhsatsız olarak çalışmaktaydı ve bu çarpık durum yine patlamadan sonra anlaşılmıştı.
Doğancılar’daki Üsküdar Halkevi, canlı bir kültür merkeziydi. Orada sergiler izledim, konferanslar dinledim. Ercüment Ekrem Talû’nun bir konferansını hatırlıyorum. O tarihlerde Galatasaray’da ortaokuldaydım, Ercüment Ekrem lise bölümünde edebiyat öğretmeniydi. Benim ilk ve son kez bir sanatçı (!) olarak sahneye çıkışım da yine Üsküdar Halkevi’nde olmuştur. Bir ilkokul müsameresi sırasındaydı. Yüzümü gözümü boyamışlar, bir de sakal takmışlardı. Sahneye girip çıkmak ve “20. yüzyıldayız kim inanır periye?” demek dışında ne yaptığımı pek anımsamıyorum. 21. yüzyılda cine periye inananların artacağını kim düşünebilirdi ki?
Daha sonra, bütün halkevleri gibi, Üsküdar Halkevi de Demokrat Parti’nin yoz anlayışının kurbanı oldu. Toplumumuzun aydınlanma sürecinde çok önemli bir yeri olan halkevleri CHP’nin yuvalandığı yerler olarak görüldüğü için iktidardaki DP iktidarının aldığı bir kararla kapatıldı, ayrıca bütün mallarına el konuldu. Üsküdar Halkevi de bu kapsamda kaymakamlığa dönüştürüldü.
Halkevi’ne çok yakın bir noktada, Üsküdar’ın yazlık bahçe sinemalarından biri olan Aypark’ta bazı yaz akşamları Sadi Tek ve ekibi Shakespeare oyunlarının uyarlamalarıyla Üsküdarlıların huzuruna çıkarlardı. Oyunlarının adı, çoğu kez özgün adından farklı olurdu. Örneğin, “Othello”, “Arabın İntikamı” olmuştu.
Üsküdar’ın özellikli semtlerinden biri de Salacak’tı; daha doğrusu Salacak-Harem kıyısı. Daha Üsküdar-Harem kıyı yolu açılmamıştı. Salacak-Harem arasında iri yuvarlak çakılların oluşturduğu doğal bir kıyı şeridi uzanırdı. Burası tarihi İstanbul yarımadasına bakan, Ayasofya, Sultanahmet Camisi, Topkapı Sarayı siluetiyle İstanbul’un hiç kuşkusuz en güzel manzarasına sahiptir. Salacak’ta ve Harem’de denize uzanan ahşap-çelik karışımı vapur iskeleleri vardı. Üzerlerinde de küçük, şirin birer ahşap iskele binası. Bu iskelelere yalnızca, Köprü-Harem-Salacak ring seferini yapan küçük vapurlar uğrardı. Daha büyükçe vapurlar Kızkulesi-Salacak arasındaki sığ sualtı yolu nedeniyle oradan geçemezler, Kızkulesi’nin dışından dönmek zorunda kalırlardı.
Salacak’ta, Kızkulesi’nin tam karşısındaki bir yamacın üzerinde ünlü Salacak Bahçesi vardı. Çok yeşil bir park görünümündeki bu alan bir lokanta-gazino olarak kullanılır, burada toplu sünnet düğünleri yapılır, yazın pazar günleri ve geceleri İstanbul’un ünlü “ses ve sahne sanatçıları” Üsküdar’ı şenlendirirlerdi. Hamiyet Yüceses, Perihan Altındağ, Müzeyyen Senar, halk sanatçısı İsmail Dümbüllü ve Arkadaşları, Cağaloğlu’ndaki Çiftesaraylar Bahçesi’nin olduğu gibi Salacak Bahçesi’nin de kadrosundaydılar. Ortaoyunuyla ünlü İsmail Dümbüllü, Üsküdar’da otururdu ve Üsküdarlıların sevgilisiydi. Yoldan geçişi hep, tanıdıklarıyla karşılıklı atışmalarla olurdu.
Salacak Bahçesi’nin eteğinde Salacak Plajı bulunurdu ama biz çocukların ve delikanlıların asıl plajı Harem-Salacak arasındaki Çiftekayalar’dı. Çiftekayalar’a çoğu kez, Doğancılar’da önce halkevi sonra kaymakamlık olan binanın yanından inilirdi. Çürüksulu Yalısı’nın deniz tarafındaki cephesinin önünden inen arnavutkaldırımı merdivenli yol bizi Çiftekayalar’a ulaştırırdı. Ya da İhsaniye tarafından gelinecekse Köprülü Konak’ın köprüsünün (bu köprü yok artık) altından geçilerek Yalıboyu’na ulaşılır, oradan, çam ağaçları arasındaki dik eğimli, dar yaya yolundan kıyıya inilirdi. Çiftekayalar, çam ağaçlarının kapladığı bir yamacın eteğinde, çakıllı bir düzlüğün önünde yer alan çok iri kayaların çevrelediği, dibi kumsal, büyükçe bir doğal havuzdu.
O yıllarda Üsküdarlı çocukların hemen hepsi yüzmeyi Çiftekayalar’da öğrenmiştir. Kayalar tek tek, adlarıyla anılırdı: İndiğimiz noktadaki kaya Kırmızı Kaya’ydı. Ortadaki, Orta Kaya, en uzaktaki en büyüğü ise Başkaya’ydı ve Başkaya’ya kadar yüzebilen, artık yüzmeyi öğrenmiş sayılırdı. Daha iyi yüzenlere Çiftekayalar dar gelir, onlar Başkaya’nın üzerinden cakayla atlayarak doğal havuzun dışında yüzmeyi yeğlerlerdi.
Çiftekayalar aynı zamanda bir mesire gibiydi. Kimi zaman aileler piknik için ağaçların altına yayılır, yemek ve deniz sefaları birbirini tamamlardı. Burası, mehtaplı gecelerde daha bir güzel, daha bir canlı olurdu. Birkaç kez ay ışığında, İstanbul’un görkemli silueti karşısında burada denize girişimiz yaşantımı süsleyen en güzel anılarım arasındadır.
Çiftekayalar’dan kıyıya çekilmiş sandalların arasından, yuvarlak iri çakıllar üzerinde Salacak’a yürüdüğümüz ve güneş batarken oradaki salaş gazinoda dünyanın en güzel silueti karşısında demli akşam çayımızı yudumladığımız olurdu. Şehrin ve limanın uzaktan uzağa gelen uğultusu, sürekli olarak pike yapıp yükselen martıların sesleri, denizin hışırtısı, ayağımızın altından kayan çakılların çıkardığı sesle birleşerek neredeyse doğal bir müzik oluştururdu. Bir büyük şehirde hâlâ doğayla iç içeydik.
Daha sonraki yıllarda kent yaşamı otomobile bağımlı kılınınca Üsküdar’ı Harem’e bağlayan geniş sahil yolu açıldı ve bütün kıyı şeridini silindir gibi ezip geçti. Bu yol, karayı Kızkulesi’ne çok yaklaştırdığı gibi denizle Üsküdar’ın da arasını açtı. Sunay Akın’a göre:
“Çocuğunu asma köprüde sallayan bir annedir İstanbul ki onun içi süt dolu biberonudur Kız Kulesi soğusun diye suya tutulan”
Bilmem ki hâlâ öyle midir?
Salacak Plajı yolun altında yok olmuştu. Salacak Bahçesi uzun yıllar boş kaldı. Sonra onun yerine “Son İstanbul” adı altında turistik (!) villalar yapıldı. Kıyı yolu öylesine geçirildi ki sözümona korunan Salacak İskelesi yolun kara tarafında garip bir şekle büründü. Çiftekayalar bakımsız bir balıkçı barınağına dönüştü. Harem yük limanı oldu, eski vapur iskelesinin izi bile kalmadı. *“Anılar Kuşlar Gibidir” adlı kitabımdan derlenmiştir.
|