Yapı-Endüstri Merkezi’nin Serüveni |
Kaynak :
01.03.2018 -
Arredamento Mimarlık - 2018/03
|
![]() |
Neslihan Şık: Yapı-Endüstri Merkezi’ni ilk kurduğunuz dönemde Türkiye’de yapı malzemesi ve yapı teknolojisi ne durumdaydı, neden böyle bir ihtiyaç duydunuz? Yapı malzemecileri de aslında hem teknolojik anlamda hem de tavır anlamında sonradan sizinle birlikte gelişti. Bu süreci nasıl gözlemlediniz, biraz bahseder misiniz? Doğan Hasol: O tarihlerde yapı malzemesi çeşit ve kapasite bakımından son derece sınırlıydı. Perşembe Pazarı’nda satılırdı, bir bölümü işportalardaydı. Ortada da çok az çeşit vardı. Bazı boyalar, döküm radyatörler ve banyo küvetleri, basit tesisat armatürleri, marley diye anılan PVC yer kaplamaları, Çanakkale Seramik’in ürettiği 15×15 beyaz fayans karolar, Sümerbank’ın Bolu fabrikasında üretilen 10×10 seramikler gibi… Fayansın bütünleyici parçaları ile Roca marka renkli fayanslar güçlükle ithal edilirdi. Bizim şöyle bir deneyimimiz oldu: Eşim Hayzuran’la Lufthansa’nın Elmadağ’daki ofisini düzenleme işini almıştık. Avusturyalı bir mimar, Lufthansa’nın mimarı olarak İstanbul’a geldi ve bize, “kullanılacak malzemeleri görelim” dedi. Ben de adamı aldım, Perşembe Pazarı’na götürdüm. Bir dükkâna girdik, bir iki örnek gördük. Dışarı çıktık işportadaki İtalyan fayanslarını gördük. Dükkânları gezerken adam yoruldu: “Malzemeleri topluca göreceğimiz bir yer yok mu, bir Bauzentrum?” dedi. Yok tabii… Bu soru benim kafamda bir şimşek çaktırdı: Böyle bir kuruluşa ciddi ihtiyaç varmış diye düşündüm. Yurtdışında böyle merkezler olduğunu zaten duyuyorduk. O zaman İTÜ’de Yapı Araştırma Kurumu vardı, orada da konuşuluyordu.1965 yılında UIA’nın Paris Kongresi yapılacaktı. O dönemde Teknik Üniversite’de asistandım. Baktım hocalar gidiyor, ben de gitmek üzere başvurdum. Asistanlar gidemezmiş; böyle bir uygulama yokmuş. Ben de, “Öyle şey olur mu? Asıl öğrenme durumunda olanlar asistanlar. Ben gitmek istiyorum” diye üsteledim. Sonra neyse, Üniversite’nin muhasebe müdürü bir formül buldu: Gidiş ve dönüşte yolda geçen günler için “yolluk” ödenebiliyormuş. Mademki öyle, Paris’e trenle gidiş üç gün sürüyor, Paris’e trenle gider, kongreye katılırım; oradaki yapı merkezini gezerim; oradan Londra’ya geçer, oradaki ünlü yapı merkezini görürüm. Hollanda’ya geçerim; Rotterdam’da çok önemli bir yapı merkezi var. Savaş sonrasında, yüzde 80’i yıkılmış durumdaki Rotterdam’ı yeniden yapmaya girişmişler; “gerekli yapı malzemesini nerede göreceğiz” deyip ilk bina olarak onu yapmışlar. Özel olarak bu iş için yapılmış bir merkez… “Onu görürüm; bir gün de Stuttgart’a geçerim” dedim ve öylece yola çıktım. Paris’te kongreye ve paralel etkinliklerine katıldım; yeni mahallelerdeki prefabrikasyon uygulamalarını gördüm. Paris’ten sonra da turu planladığım şekilde tamamladım. 1967 yılında arkadaşlara böyle bir merkez için işe girişmeyi teklif etmeye başladım. İlk olarak, fakültede Yapı Malzemesi dersini veren Ruhi Bey’e (Kafesçioğlu) önerdim: Gönüllü olarak “tabii katılırım,” dedi. Ne var ki sermayemiz falan yok. O sırada, elektrik mühendisi olan Galatasaray’dan bir arkadaşım babadan kalma evi satmış; “Ben de katılırım,” dedi. Rahmetli Nihat Toydemir’e önerdim; kabul etmedi. Sonradan duydum ki başka yerlerde “Doğan aklını kaçırmış” demiş (Gülerek). Mimarlık ve Sanat dergisinde birlikte olduğumuz Bülent Özer ile Yılmaz Zenger de katıldılar. Sonuçta, 12 kişinin katılımıyla Yapı-Endüstri Merkezi Ltd. Şti.’ni kurduk. Harbiye’deki yeri kiralayarak 1968’in Mart’ında da sergiyi açtık. Ben 1967 sonunda İTÜ’deki asistanlık görevimden ayrılmıştım; Oda’nın MİMARLIK dergisindeki yazı işleri müdürlüğü görevim sürüyordu. Buna YEM’in de müdürlüğü eklenmiş oldu. Banu Binat: Peki ilk açtığınızda sadece malzeme sergisi mi vardı? DH: İlk etkinliğimiz Yapı Malzemesi Daimi Sergisiydi. Karşılaştığımız ilk güçlük, daha önceki bazı sergi girişimlerinin başarısız olmasıydı. Bir de temaslarımızda hep şu yorumu işittik: “Bunun yeri Perşembe Pazarı’dır; siz gitmiş Harbiye’de böyle bir şey yapıyorsunuz”. Biz de, “Pangaltı’da Saksı Sokak var, buraya çok yakın” diye savunmaya çalışıyorduk. Gerçekten de yapı malzemesinin ikinci merkezi Saksı Sokak’tı. Bizim sergiden kısa bir süre sonra Kale Grubu’nun Taksim’de showroom’u açıldı; onu başkaları izledi. BB: Evet, hatırlıyorum. Süleyman Bodur Bey 40. yıl için yapılan söyleşide de bahsetmişti. “Malzemeyi biz üretiyorduk ama teşhir edilmesi gerektiğini Doğan Bey’den öğrendik” demişti. DH: Tabii bu arada inşaat sektörü de, yapı malzemesi de gelişmeye başladı. Örneğin Çanakkale Seramik renkli fayans üretimine başladı, bütün parçalarını tamamladı. O dönemde Ytong ve İzocam üretimi yeni başlamıştı. Yine de çeşit ve kapasiteler bugünle kıyaslanacak gibi değildi. NŞ: Belli bir rekabet ortamı da oluştu, değil mi? DH: Rekabet ortamı pek oluşmadı; malzeme darlığı vardı. Bazı üretici firmalar bayilik verirken önce toplu bir para bile alıyorlardı, teminat gibi. Zamanla bayilik işleri de gelişti, Mecidiyeköy bu işin merkezi haline geldi. BB: Ve halâ da orada. DH: Hattâ o tarihlerde bizim aramızda da konuşuldu bu gelişme: “Biz bunca malzemeyi sergiliyoruz da neden satmıyoruz?” diye ısrarla soran bir arkadaşımız bile oldu. Biz karşı çıktık: “Kuruluştaki ana sözleşmemize göre biz malzeme konusunda bilgi veren bir kuruluşuz; işimizde tarafsız olmak zorundayız.” O zamanlar “bilgi merkezi” sözü yok ama şöyle diyoruz: “Yapıda, uçan kuştan haberimiz olacak; o bilgiyi derleyip dağıtacağız.” NŞ: İlk dönemde, daimi sergide firmalardan belli bir ücret alıyordunuz ama değil mi? DH: Tabii alıyorduk. Sergileme seçeneği olarak büyük stant, küçük stant ve panolar vardı. Bu konuda ilginç bir öykümüz de var: Bizim fakülteden bir arkadaşımız Mimar Öktem İren, Türkeli Alüminyum firmasında görevliydi. Öktem bir gün o firmanın yöneticisi Özmen Bey’le geldi. Sergiden yer istiyorlar ama artık hiç yer kalmamış. Ben de, “Siz alüminyum doğrama üretmiyor musunuz? Bizim orta holümüzün bir yanını doğramanızla kapatın; cepheyi burada teşhir edin” dedim. Razı oldular. Çıktıktan sonra Özmen Bey, Öktem’e “Sen şu adamı bize transfer etsene; bize bir çizgiyi sattı” demiş. NŞ: Peki siz ne zaman Yapı-Endüstri Merkezi’ni tam zamanlı bir iş olarak görmeye başladınız? DH: Yapı-Endüstri Merkezi zamanla tutundu; sergiye, konferanslar, kurslar gibi etkinlikler eklendi. Yeri de elverişliydi: Biraz ileride Kenter Tiyatrosu açılmıştı; yakınında AS Sineması vardı. Oradan çıkan insanlar önünden geçerken girip sergiyi geziyorlar. Herkesin malzemeye ihtiyacı var; üstelik cicili bicili bir şeyler sergileniyordu orada, ilgi çekiyordu. Bana gelince, benim hiçbir dönemde tek uğraşım olmadı; zamanımı iyi kullanmak ve işleri planlamak gibi bir becerim sayesinde herhalde. NŞ: Peki fuar fikri nasıl çıktı ortaya? DH: Eczacıbaşı Seramik’in Pazarlama Yöneticisi Adnan Paker, “Bir fuar yapsanıza” dediğinde düşündük, ilginç bulduk. Böylece 1978’de fuar işine giriştik. Olabilecek tek yer İstanbul Spor ve Sergi Sarayı idi. Orada işimiz çok güçtü; orası aslında basketbola tahsis edilmiş bir spor salonuydu. Biz fuar için potaları, tribünleri söküyoruz, iş bittikten sonra da tribünleri yeniden kurup yeri teslim ediyoruz. Böyle birtakım ciddi zahmetleri vardı. BB: Firmalar hemen kabul etti mi? Katılmaları için ikna etmek kolay oldu mu? DH: Aslında ufaktan başladık. 78 yılında sadece zemindeki oyun alanı ile yandaki iki galeriyi ve holleri kullandık. Sonraki yıllarda ise üst kata da çıktık, açık alana da taştık. NŞ: Yapı-Endüstri Merkezi, daimi sergi ve fuar, derken yayın, dergi, katalog vb. ile sürekli faaliyet alanını genişletti. Bu gelişmeleri kısaca özetler misiniz? |
DH: Yapı-Endüstri Merkezi doğru bir zamanda kurulmuştu. Ülke için gerçek bir ihtiyaca cevap verebileceği anlaşılıyordu. Daimi sergiyle başladık. Onu, kısa bir süre sonra, kurslar, konferanslar, açıkoturumlar ile çeşitli bölgelerde illeri dolaşan gezici sergiler izledi. 1973, bir atılım yılı oldu: Yayın, Kitabevi, Başvuru Kitaplığı, Sanat Galerisi etkinliklerimiz başladı; Yapı Kataloğu, Yapı Dergisi yayın hayatına girdi. Sonraki yıllarda bütün bu etkinlikler gelişerek sürdü. Örneğin, kısa bir süre sonra Yapı Kataloğu’nun İngilizcesi de periyodik düzende yayımlanmaya başladı; gerektikçe bazı başka teknik kataloglar da ihtiyaca göre yayımlandı. Kurslar, konferanslar, sempozyumlar sürüyordu. Konferans salonumuzu bir yandan da tiyatrolar kullanıyordu. Sinema Televizyon Enstitüsü bile orada kuruldu, binası bitinceye kadar etkinliklerini orada yaptı. Yine 70’li yıllarda dış fuarlara yerli ürünlerle katılmaya ve teknik geziler düzenlemeye başlamıştık. Filibe, Bağdat, Tripoli, Moskova gibi uzak noktalardaki fuarlara da düzenlediğimiz sergilerle katıldık. Biraz önce bahsettiğimiz gibi, 1978’de Yapı Fuarı, Türkiye’deki ilk uzmanlık fuarı olarak devreye girmişti; yıllar içinde hızla büyüyerek gelişti. Spor ve Sergi Sarayı bu iş için yetersiz kalınca, gelişmeler, İstanbul’un yeni fuar alanı kazanımlarını da tetikledi. Uluslararası boyuta erişen ve Turkeybuild adıyla dış katılımcılara da açılan Yapı Fuarı önce Yeşilköy’e, 1997’den sonra da, Beylikdüzü’nde kurulan TÜYAP fuar alanına uzandı. YAPI İstanbul fuarını 1990’lı yıllardan itibaren Ankara ve İzmir’deki yıllık Yapı Fuarları izledi. YEM etkinliklerine sürekli olarak yenileri ekleniyordu. 1990’da Araştırma Bölümü YEMAR devreye girdi ve yıllık yapı sektörü raporlarını düzenli olarak yayımlamaya başladı. Material Connexion ile işbirliği de bu kapsamda başladı. 1984 yılında İnşaat Malzemesi Sanayicileri Derneği (İMSAD) kurulmuştu. YEM, sanayici değildi, ne var ki derneğin kurucuları YEM’in desteğini isteyince, sekretaryası YEM’ce üstlenildi. 1992’den itibaren de Mimarlar Odası’nın dergisi Mimarlık, YEM Yayın organizasyonuyla düzenli aylık tempoya girdi. Bu arada uluslararası ilişkilerimiz iyice gelişmiş, YEM, Uluslararası Yapı Merkezleri Birliği’nin (UICB) en etkin üyelerinden biri haline gelmişti. 1983’te UICB’nin 25. ve YEM’in 15. kuruluş yıldönümlerini yabancı merkez temsilcilerinin de katılımıyla İstanbul’da hep birlikte kutladık. Kısa bir süre sonra, YEM Genel Müdürü olarak ben, önce UICB yönetim kurulunda görev aldım, sonra 1989 yılında Stockholm’da başkan seçildim. UICB Başkanlığı görevim üçer yıllık iki dönem sürdü. Sanal iletişim olanaklarının gelişmesiyle “yem.net”, “yapi.com.tr” ve Sanal Mimarlık Müzesi devreye girdi. 1996’da YEM Ltd’i, YEM A.Ş.’ye dönüştürdük. İlk kez bir yönetim kurulumuz oluştu; bu kez yeni görevim Yönetim Kurulu Başkanlığı oldu. NŞ: YEM’in Harbiye’deki yerinden taşınması bu etkinlik ve faaliyet alanlarının gelişmesi sonucu değil mi? DH: Evet tabii. 2000’li yıllara geldiğimizde Harbiye’deki yerimiz artık iyice yetersiz hale gelmeye başlamıştı. Genişleyen kadromuzun bir bölümünü önce binanın üst katına, sonra da öteki bölümleri yan binaların çeşitli katlarına yerleştirmeye başladık. Bir yandan da bu elverişsiz koşullar nedeniyle yeni yer arayışlarına giriştik. Sonunda, 2007 yılı biterken Fulya’da Polat Kulesi’nin yanında bulunan alandaki yeri satın alıp üstünü örterek ve içerisini düzenleyerek rahat bir çalışma ortamına kavuştuk. Geniş bir konferans alanımız, yaklaşık 100 kişiyi aşan kadromuzu biraraya getiren düzenli bürolarımız, kitabevimiz, başvuru kitaplığımız, toplantı salonlarımızla, hizmetlerimiz için yeterli mekân olanaklarına kavuşmuş olduk. YEM’in 40. kuruluş yıldönümü yeni yerimizde görkemli bir şekilde kutlandı. Etkinliklerimiz yeni yerimizin sağladığı olanaklarla giderek daha da gelişiyor ve çeşitleniyordu. Konferans alanımızda sanal yayınlarla da canlı olarak aktarılabilen 700 kişilik konferanslar bile düzenleyebiliyorduk. O salonda izleyiciler, dünyaca ünlü pek çok mimarı da dinlemek, izlemek olanağını buldular. NŞ: Yeni mekâna taşınmasıyla birlikte bir mimarlık merkezi olarak da büyük bir açığı kapatacak hale gelmişti YEM. Oradan bugüne, faaliyetlerini durdurma kararı almasına gelene kadar nasıl bir süreç yaşandı? DH: Geçen zaman içinde YEM’in kurucuları olan arkadaşlarımızdan bir bölümünü ne yazık ki yitirmiştik. Onların yerini varisleri olarak çocukları ve eşleri almıştı. O yeni ortaklardan biri dışında hiçbiri mimar değildi. 2011 yılında İngiliz fuarcılık firması ITE, Yapı Fuarlarına talip oldu. Fuar, YEM’in en kârlı etkinliğiydi, ancak en vazgeçilmezi değildi. Ortakların yoğun istekleri doğrultusunda fuarcılık bölümünü ITE’ye iyi bir bedelle devrettik. Yine aynı mekânda bir arada ve hep işbirliği içinde olacaktık. YEM olarak yaptıklarımız, verdiğimiz hizmetler mimarlık ve mühendislik çevrelerinde takdir ediliyor ve saygı görüyordu. Sektörden bir derneğin yaptırdığı ankette, sektörün “en güvenilir kuruluşu” olarak YEM belirlenmişti. Aslında, yaptıklarımız, YEM’in kuruluşunda belirlenmiş olan ana sözleşmemizin hedefleriyle tam olarak örtüşüyordu. Ne var ki verilen hizmetlerin, yeni ortaklar için fazla bir anlam ve değer taşımadığı anlaşılıyordu. Bu yoldaki düşüncelerini zaman zaman açıkça dile getirmeye başlamışlardı. Onlara göre YEM bir ticari kuruluştu, bu büyüklüğüyle büyük kârlar sağlamalıydı. Aralarında, binamıza değer biçenler, satılması durumunda kendilerine ne kadar pay düşeceğini hesap edenler bile vardı. Artık çoğunluk, konuya yalnızca ticari olarak bakan meslek dışı kişilerdeydi. Tepkiler, Nisan 2013’teki genel kurulda tam olarak açığa çıktı. Kuruluştan o güne kadar yapılanların, kazanılan başarıların, ödüllerin onlar için hiçbir değeri olmadığı anlaşılıyordu; onlara babalarından ya da eşlerinden miras olarak bir ticarethane kalmıştı. Amaç, mevcut parasal birikimi paylaşmak ve varlıkları bir an önce nakte dönüştürmekti. Bu durum karşısında Nisan 2013 genel kurulunda bana ceketimi alıp uzaklaşmak düştü. YEM etkinliklerine sevgi ve takdirle bakmayan yönetim, görevdeki deneyimli çalışanlar sayesinde beş yıl ayak sürüdü. Parasal birikim tükenince sıra, bina ile birlikte etkinliklerin bölüm bölüm satışı yoluyla, hedeflenen tasfiye sürecine geldi. Şimdi tek tesellimiz, parça parça da olsa etkinliklerden bir bölümünün deneyimli YEM çalışanlarınca üstlenilmiş olması… Artık, onların başarılarını bekleyeceğiz. 8 Mart 2018 günü YEM’in 50. kuruluş yıldönümü kutlanacaktı, olmadı. Çok yazık oldu! Ne yazık ki, ülkemizde kurumlar uzun ömürlü olamıyor. Yine sözün bittiği yerdeyiz. NŞ: Son soru o zaman: Bundan sonra aklınızda yeni bir yayın var mı ya da yeni bir proje? DH: Olmaz mı? Kendi kitaplarım… Başlanmış birkaç çalışmam, baskıya hazır hale getirilmek üzere son dokunuşları bekliyor. Bir tanesi yayına hazır bile. Banu Binat, Neslihan Şık |