YAPI’nın 350. Sayısı ve 2010’un Ardından… |
Kaynak :
01.01.2011 -
Yapı Dergisi - 350
|
![]() |
Yapı dergisinin elinizdeki sayısı 350’nci sayı… İlk sayı Temmuz 1973’te çıkmıştı yani 37 yıl önce… Bir yayının ömrü için az zaman değil, özellikle de ülkemizin dalgalı koşullarında. Yapı’nın en belirgin özelliği, kendisinden önceki dergilerden farklı olarak yayın temposunu aksatmadan sürdürmesi ve sürekli olarak kendisini yenileme ve geliştirme yolundaki çabası oldu. Başlangıçta iki aylık olan çıkış temposu, sonradan aylığa dönüştü. Zaman içinde derginin boyutu değişti, büyüdü; içeriği zenginleşti, kâğıt, baskı, cilt gibi teknik kaliteleri gelişti. Şu anda, uluslararası bir kalite düzeyine ulaşmış durumda. Yayımladığımız dış kaynaklı birçok projenin daha biz istemeden çoğu ünlü yabancı mimarların bürolarından doğrudan gelmesi bunun açık göstergesi. Yapı dergisine ilk zamanlar YEM’in katkısı büyük oldu. Dergi kendi ayakları üzerinde duruncaya kadar yıllarca YEM’in desteğinden yararlandı. Ancak, her zaman gözettiğimiz bir temel ilke sayesinde “YEM’in yayın organı” olmadı; sürekli olarak okurun dergisi olma, profesyonel yayın ilkelerini koruma yolu seçildi. Ve dergi kazandığı nitelikli düzeye amatör duyarlığı yitirmemiş profesyonelliğin yol göstericiliğinde erişti. Bütün bu doğruyu, iyiyi, güzeli yakalama çabaları sonrasında Yapı, okur açısından, bakılıp bir yana bırakılan değil, biriktirilen dergi oldu. Dergiyi yakından izleyen bazı dostlarımızın görüşlerini önceki sayfalarda sunduk. Bu görüşlerin bizi mutlu ettiği açık; ancak bir yandan da daha ağır sorumluluklar getirdiğini düşünüyoruz. 350’nci sayının çıkışını kutlarken, dergiyi çıkaran ekipteki arkadaşlarımın yanısıra, desteklerini hiç esirgemeyen YEM’in öteki bölümlerindeki çalışma arkadaşlarımıza, dergiye emek vermiş ve vermekte olan herkese, yazar- çizerlerimize, okurlarımıza, proje ve yapılarıyla yayınımızı zenginleştiren mimar dostlarımıza, reklamverenlerimize ve teknik destekçilerimize borçlu olduğumuz en içten teşekkürlerimizi bir kez daha sunmak isterim. Daha iyi nice YAPI sayıları sunmak heyecanıyla… 2010’un Ardından… Yapı’nın 350. sayısı ile birlikte 2010 yılını da geride bırakmış oluyoruz. 21. yüzyılın ilk on yılı, yani onda biri geçti bile. Geçen on yılda ülke olarak da dünya olarak da çalkantılı bir dönem yaşadık. Savaşlar, çevre felaketleri, dünyanın pek çok yerinde üstesinden gelinemeyen olumsuz yaşam koşulları… Ülke çapında ise bunların yanısıra özürlü demokrasi, ayrışma, ayrıştırma eylemleri, uzlaşmazlıklar, siyasal, toplumsal çatışmalar, çekişmeler… Günümüz dünyasında yokluğu en çok hissedilen şey “sağduyu ve bilgelik”… Buna en çok da ülkeleri yönetenler ve siyasetçiler düzeyinde gereksinme var. Bunun oluşacağı beklentisinin ise bir ütopyadan öteye geçmeyeceğini tarihteki dersler gösteriyor. Dev gibi dünyasal sorunları çözemeyeceğimize, hattâ çözümüne katkı getiremeyeceğimize göre gelelim kendi meslek dünyamıza… İnşaat sektörü 2010’da , daha önceki yıllara göre iyi bir gelişme gösterdi ve ekonominin itici gücü oldu. 2009 yılını yüzde 16,1’lik küçülme ile kapatan sektör, yılın ilk çeyreğinde yüzde 8,3, ikinci çeyreğinde yüzde 21,9, üçüncü çeyreğinde ise yüzde 24,6 büyüyerek ilk dokuz ayı yüzde 18,4’lük gelişme ile kapadı. Genel bir ekonomik bunalımdan en son inşaat sektörünün çıktığı varsayımı göz önünde tutulursa, bu verilere göre ülkemizin küresel ekonomik bunalımdan kurtulmaya başladığı düşünülebilir. Ne var ki dünya ekonomisini irdeleyen kurumlar ve uzmanlar, başta ABD ekonomisi olmak üzere pek çok ülkede yeni bunalımların kapıda olduğundan söz ediyorlar. Oralarda oluşabilecek olumsuzlukların Türkiye’yi etkilememesi beklenemez. 2010’da ülkemizde Yapı Sektörü’nde başta konut olmak üzere bir canlılık dönemi yaşandı. TOKİ yatırımlarının yanısıra son yıllarda bir hayli gelişen gayrimenkul kesimi de üretimini başta İstanbul olmak üzere çeşitli yörelere yaygınlaştırarak sürdürdü. Gelişmenin belki de en iyi göstergesi gazetelerin yoğun gayrimenkul sayfaları ve gayrimenkul reklamları idi. TOKİ, devletçe çok desteklenen bir kamu kuruluşu olmanın kendisine sağladığı ayrıcalık sayesinde büyük sayılarda konut üretimini sürdürüyor. TOKİ uygulamalarına getirilen eleştiriler, gerçekleştirilen yerleşmelerdeki “yüksek yapılaşma yoğunluğu” ve “mimarlık eksikliği”… TOKİ yerleşmeleri, 2. Dünya Savaşı sonrasında 1950’li yıllarda Avrupa’da gerçekleştirilen yerleşmeler anlayışında. Bilindiği gibi Avrupa yıllardan beri, o yerleşmelerin nasıl dönüştürülüp bugüne uyarlanacağının arayışı peşinde… Bu amaçla, Fransa’da ‘insan silosu’ olarak tanımlanan ve iyileştirilmesi mümkün görülmeyen bu tür bloklardan önemli bir bölümü yıkılmakta. Başka bir eleştiri, gayrimenkul üreticilerinden geliyor. Onlar TOKİ’ye tanınan, imar planı değişikliği yetkisinin haksız rekabet yarattığından yakınıyorlar. Kanımca, TOKİ uygulamalarının temel sorunu, mimarlığa gereken önemi vermeyerek proje işini müteahhitlerin insafına terk etmesi olgusu. TOKİ’nin yatırımcı bir kamu kuruluşu olarak ülke mimarlığının gelişimine katkı getirmek gibi bir yükümlülüğü olduğu açıktır. Aslında, sektöre yol gösterme konumunda olan TOKİ’nin, son zamanlarda “mimari”ye de yatırım yapma basiretini gösteren bazı özel yatırımcıların ve gayrimenkul firmalarının önünde yer alması gerekirdi. Kamu yatırımcıları arasında “mimarlık”a yeterli özeni göstermeyen tek kurum TOKİ değil. Bayındırlık ve İskân Bakanlığı yetkilerinin aktarıldığı kamu kurumlarının çoğu mimarlığa önem vermiyor ya da mimarlığı yanlış yorumluyor. O kurumların birçoğu, mimarlığı bugünde değil, geçmişte arıyor. Başbakan’ın Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’na Kuzey Ankara Konutları için verdiği talimattaki gibi, kamu kurumlarının birçoğu yeni yaptıracakları yapılar için Selçuklu tarzı projeler peşindeler. Bu eğilimin çarpıcı bir örneğini Ankara’da Adalet Bakanlığı’nda gezdiğim yeni yapılacak Adliye Binaları maket sergisinde gördüm. Sözümona tarihsel yapılardan seçilerek bir araya getirilmiş motif ve öğelerle oluşturulmuş, çağdaş anlayıştan uzak, tutarsız mimarlık örnekleriydi sunulanlar. Bu yapıların hiçbiri bugünün mimarlığının örneği olarak gelecek kuşaklara bırakılacak nitelikte değildi. Son zamanlarda yapılan adliye binalarından bazılarını daha önce YAPI’nın Büyüteç sayfalarında vermiştik. Son günlerde Başbakan, Sinan’ın taçyapıtı Selimiye Camisi’nin bir kopyasının İstanbul Atakent’te yapılacağını söyledi. Bu konuyu Yapı’da iki sayı önce, “Çakma Selimiye” başlığıyla yazdığım için burada yeniden irdelemek istemiyorum (1). Kısaca şunu söyleyebiliriz: Bu ülkeyi yönetenler, ülkenin mimarlarına güvenmiyorlar ama kendi yeteneklerinden eminler. Türk mimarları yurtdışında, uluslararası arenada bile sayısız ödüller, başarılar kazanıyorlarmış… Kimin umurunda? |
Ne yazık ki ülkeyi yönetenler yaratılacak yeni mimarlık yapıtlarının geleceğe bugünden bırakılacak en iyi kültürel miras olduğunun farkında değiller. Geçmişin taklidi ile geleceğe dönük yapılar bırakabileceklerini sanıyorlar. Geçmişin taklidine dayalı akımlar, tarihte özellikle totaliter, baskıcı rejimlerde denenmiş, hepsi de başarısızlıkla sonuçlanmış eğilimlerdir. Kamu kesiminin, 21. yüzyılın ilk on yılından sonra artık bu gerçeği anlayabileceğini umalım. Mimarlık alanındaki bütün bu tutarsızlıkların, ülkenin, kültürel düzey yetersizliği kadar, benimsenmiş bir Mimarlık Politikası’nın yokluğundan kaynaklandığını düşünüyorum. Gelişmiş ülkeler mimarlık pratiğini ve üretimlerini, belge haline getirilmiş politikalar ya da mimarlık yasalarıyla düzenliyorlar. Şunu unutmayalım: Mimarlık iyi yönetilen ülkelerde iyi olur. Bugünün çağdaş mimarlığı konusundaki özensizliğimiz, Cumhuriyet dönemi yapılarının korunması konusunda da sürüp gidiyor. İstanbul ve Ankara Atatürk Kültür Merkezleri’nin yıkılmak istenmesi bunun kanıtı. Sürdürülen yıkma ısrarı nedeniyle 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul, bu süreci bir kültür merkezinden yoksun olarak geçirdi. Kültür Merkezi kapalı bir Kültür Başkenti olmak İstanbul’a yakışmadı. İstanbul AKM, 1. dereceden kültür varlığı olarak tescilli bir yapıdır. Görüldüğü gibi bugünkü anlayışla, tescilli yapılar bile korunamıyor. Başka bir güncel örnek: İstanbul- Unkapanı’ndaki eski Tekel Genel Müdürlüğü binası… Bir vakıf üniversitesine verilen bina Türkiye’nin ilk giydirme cepheli yapısı olarak 2. dereceden koruma altındaydı. Sözümona korumalı yapının cephesi değiştirildi bile… Ayrıca, tepesine de uydurma bir kat konduruluverdi. Aynı özensizlikler kentsel dönüşüm uygulamalarında da görülüyor. Sulukule örneğinde olduğu gibi, kentsel dönüşüm alanları sakinleri yerlerinden sökülüp atılıyor ve o alanlar, oralarda yaşamaya layık görülen kişiler için “seçkinleştirme” ya da başka bir deyişle “ soylulaştırma”ya tabi tutuluyor. 2010’da kabul edilen Kentsel Dönüşüm Yasası’na göre belediyeler, kentlerin her yöresini “kentsel dönüşüm ve gelişim alanı” ilan edebiliyor. Aslında kentsel dönüşüm ilke olarak yanlış değil; dış dünyada da uygulanıyor. Ancak bizdeki uygulamalar şehircilik kurallarına göre değil, rant hesaplarına göre sürdürülüyor. Dönüşüm sırasında oralarda yaşayanların, çevrenin, tarihsel ve kültürel değerlerin korunması ve bu işlerin titizlik ve duyarlılıkla yapılması gerektiği halde uygulamaların, bu gerekliliklerin çok uzağında yürütüldüğünü görüyoruz. TOKİ Başkanı’nın bir açıklamasına göre TOKİ şu anda İstanbul’da 18 kentsel dönüşüm projesi yürütüyor (2). Bu uygulamaların daha özenli ve tutarlı bir şekilde yapılacağını umalım. Ülke içindeki ağırlıklı konumunu dikkate alarak biraz da İstanbul’un yerleşme ve ulaşım sorunlarına değinelim. İstanbul hızlı nüfus artışı ve başıboş gelişmeler sonucu, bir megakent ya da azman kent oldu. Ne var ki, getirilen çözümler hâlâ İstanbul’u daha da büyütmek, yoğunlaştırmak doğrultusunda. Siyasal iktidarın, İstanbul’u küresel metropol yapma, bölge çapında bir finans merkezi haline getirme çabaları sürüyor; Atakent’in böyle bir merkezin çekirdeği olması yolunda adımlar atılıyor. Bir yandan da İstanbul düşeyde arsa üretimi ve yoğunlaştırma kararlarıyla yükseldikçe yükseliyor, yoğunlaştıkça yoğunlaşıyor. Eldeki kamu arsaları satılarak yoğun yapılaşmaya açılıyor. Mecidiyeköy’deki Ali Sami Yen Stadı ve yanındaki Tekel Likör Fabrikası arsaları bunun son örneklerini oluşturdu. O arsalar, şehrin soluk aldığı yerler, kamusal yeşil alanlar olarak düzenlenebilecekken yeni imar haklarıyla satılarak yoğun yapılaşmaya açılıyor. Sırada Kadıköy, Merdivenköy’deki Devlet Malzeme Ofisi arazisi ve başkaları var. Şehir yağ lekesi gibi büyüyüp yayılırken merkez giderek yoğunlaşıyor. Buna karşılık, getirilen ulaşım çözümleri hep otomobil için. Yapılması tasarlanan, ne var ki geçerli 1:100.000’lik İstanbul Çevre Düzeni Planı’nda hâlâ görünmeyen 3. Boğaz Köprüsü de, kısa bir süre önce onaylanan Lastik Tekerlekli Tüp Geçiş Projesi de hep bu doğrultuda. 3. Boğaz Köprüsü’nün iyice kuzeyde, Garipçe-Poyrazköy arasında yer alması tasarlanıyor. Bu karar, hiç istenmeyen bir şekilde kuzeye yayılan yeni yerleşme alanları oluşturacağı ve İstanbul’un akciğerleri sayılan ormanların ağır bir şekilde etkileneceği anlamına geliyor. Öte yandan, planlarda yer almadığı halde Koruma Kurulu’nun onayladığı Lastik Tekerlekli Tüp Geçiş projesine göre Haydarpaşa’dan dalan bir tünel Çatladıkapı’da yüzeye çıkıyor ve Sur dışında 4 gidiş, 4 geliş halinde Yedikule’ye bağlanıyor. Böylece, Suriçi’nin denizle olan ilişkisi tümüyle yok edilmiş oluyor. Görülüyor ki hâlâ toplu taşımacılık yerine otomobil taşımacılığı gündemde ve gözde. Kararlar bilimsel yoldan hazırlanmış plan ve programlara göre değil, yöneticilerin keyfine göre, benbilirimci görüşleri doğrultusunda veriliyor. Başka bir tartışma konusu, uygulanmasına çalışılan, ortası istasyonlu Haliç Metro Köprüsü… Köprünün “Altın Boynuz”u simgeleyen garip boynuzlarının Süleymaniye Camisi’nin eteğini aşmayacağı, proje müelliflerince ileri sürülüyor. Bakalım, UNESCO Dünya Mirası Komitesi 1 Şubat 2011’e kadar tanıdığı süre sonunda bu konuda ve genelde İstanbul konusunda ne diyecek? Çarpıklıklardan kurtulmak için ne yazık ki yabancılardan medet umar haldeyiz. Başka bir ibretlik belge ise son günlerde açıklanan, Beyoğlu için hazırlanmış Koruma Amaçlı İmar Planı. Buna göre Cihangir’de yapı adalarının ortasındaki boşluğa bir kat otoparkı geliyor, Roma bahçesinin girişi ve üst platformu yapılaşmaya açılıyor. Galatasaray Lisesi arkasındaki tarihi istinat duvarı kaldırılarak yerine beton bir istinat duvarı ve çok katlı bir yapı konduruluyor. Galata’da tarihi Doğan apartmanının yanındaki alan yoğun yapılaşmaya açılıyor… Şimdi bunları okuduktan sonra, “Bu nasıl bir koruma planı?” diye sorabilirsiniz. Haklısınız, böyle bir koruma planı olamayacağı açık… Aslında, koruma planı adı altına gizlenmiş bir yapılaşma planı söz konusu. Söylenecek tek şey var: Tanrı kentlerimizi böyle korumacılardan korusun. 2010’un bir ufuk turu kısaca böyle… Yakınmalarımız yıllardan beri ne yazık ki değişmiyor, hattâ giderek artıyor. Bize de sabırla, bıkıp usanmadan şikâyetname yazmak düşüyor. Ne yapalım? Kader utansın. Gelecek yılın daha iyi olmasını dileyelim. Notlar: 1.Hasol, D.,Çakma Selimiye, YAPI 348, Kasım 2010. 2.Kireçci, T, Milliyet, 29 Aralık 2010. |