Yaşamın Kalitesi Süresinden Daha Önemlidir |
Kaynak :
01.01.2011 -
Önce Kalite - 149
|
![]() |
Dr. Y. Müh. (Mimar)
İstanbul, olmaması gereken şekilde büyüdü, bir “mega kent” yani “azman kent” oldu. 1950’lerde nüfusu 1 milyondu, bugün 15 milyona ulaştığı söyleniyor. 60 yılda nüfus 15 katına çıkarken kentsel büyüme normal yoldan, planlı, sağlıklı bir şekilde olmadı. Kısacası kentleşme oldu, kentlileşme olamadı. Şehrin gelişmesini, göçle gelenlerin gelişigüzel yerleşmeleri belirledi. Başlangıçta, gelenlerin barınma ihtiyacını karşılayan masum gecekondular söz konusuydu. Zaman içinde gecekondular, oy deposu olarak görüldükleri için, verilen politik ödünlerle bir spekülasyon aracı haline geldi; giderek büyüdü, yayıldı, yükseldi ve şehrin perişan görünümünü belirledi. Gecekondu ve kaçak yapılardan oluşan ve çarpık kentleşme denilen olgu, bu işgalin, plansız, programsız politik ödünlerin ürünüdür.
Kısaca denilebilir ki, kentlerimizin görünümünü kırdan kente göçenlerle politikacıların, birbirini gözeten uzlaşmaları belirlemiştir. Bu, İstanbul için olduğu kadar, birçok şehrimiz için de böyledir.
Yakın geçmiş böyleydi. Geleceğe bakmadan önce biraz İstanbul’un bugününe bakalım, çünkü geleceği “bugün” belirleyecek. İstanbul hâlâ plansız bir şekilde büyüyor, yayılıyor. Öteden beri şehircilerin önemle üzerinde durdukları husus, İstanbul’un kuzeye doğru büyümemesi gerekliliğiydi. Bunun tam tersi yapıldı. Birinci, ikinci köprüler kuzeye doğru büyümenin yolunu açtı. Şimdi üçüncü köprüyle şehir iyice kuzeye kayacak, yeni yapılaşmalar ormanların yerini alacak. İstanbul’un ciğerleri ormanlar yok olacak.
İstanbul’un bir küresel metropol olmasına yönelik olarak iktidarın bazı girişimleri var. Örneğin İstanbul’un bölgedeki en büyük finans merkezi olması isteniyor. Ataşehir bu amaçla bir finans merkezi olarak yapılandırılıyor. Tabii, bütün bunlar şehrin üzerindeki nüfus baskısının daha da artması anlamına geliyor. Düşünün ki, son iki yılda İstanbul’un nüfusuna 341 bin kişi eklenmiş. İstanbul km2 başına düşen insan sayısı bakımından dünya metropolleri arasında Mumbai ve Şanghay’dan sonra üçüncü. Km2 başına 68 bin 602 kişiyle Manhattan’ın bile üzerinde.
Böylece nüfusla birlikte şehirde yapılaşma yoğunluğu arttıkça artıyor. Yeşil alanlar yapılaşmaya açılıyor, mevcut yapıların üzerine yeni katlar ekleniyor, yapılar giderek yükseliyor. Bugünkü gidiş, şehirciliğin bilimsel ilkelerinin çok uzağında…
Öte yandan kent yaşamı giderek değişiyor. “Sokak” yok oluyor; onun yerini kendi içine kapalı, katı güvenlik denetimli yerleşmeler alıyor. Bu durum insanları toplum yaşamından uzaklaştırıyor, kuşkucu, korkak hale getiriyor.
Şehrin bir yağ lekesi gibi büyümesi ve yoğun yapılaşma, yaşamı ve ulaşımı çıkmaza sokuyor. Ulaşımın toplu taşımacılık yerine otomobile terk edilmesi ise sorunları büsbütün artırıyor. Boğaz Köprüleri, alt geçitler, lastik tekerlekli araçlar için Haydarpaşa-Ahırkapı arasındaki tüp geçiş… Bütün bunlar bireysel ulaşıma yönelik çözümler. Aslında çözüm, önce yerleşimin, sonra da ulaşımın planlanmasında ve toplu taşımacılıkta. Bugün insanlar saatlerini yollarda harcayarak çile çekiyorlar; uzaklık ve yitirilen zaman nedeniyle kent yaşamına katılamıyorlar.
Öte yandan başta TOKİ konutları olmak üzere genelde pek çok konut yerleşmesinde “mimarlık” göz ardı edilmiş durumda. Oysa mimarlık, bir yerin uygarlık düzeyinin en önde gelen göstergesi olduğu gibi, kent yaşamının, kentsel kalitenin de vazgeçilmezidir. İnsan yaşamı sürekli olarak mimari mekânlarda geçer. Bu, evden, çalışma-eğlence-dinlenme mekânlarından, kentsel mekâna kadar böyledir. İnsanlar bunun pek farkında olmasalar da durum böyledir. Bu nedenle o mekânların kalitesi insanların yaşam kalitesine yansır, onu etkiler. Ben zaman zaman, “kötü mekânda iyi insan yetişmez” derim. Bu doğrudur.
İstanbul ne yazık ki burada anlattığım gibi büyüyor. Nüfus ve yapılaşma yoğunluğu giderek artarken yeşil alanlar azalıyor; belediyeler kamusal açık alanlara, parklara önem vermiyor. Kentsel dönüşüm projeleri de ne yazık ki toplumsal boyut göz ardı edilerek ranta dönük anlayışla sürdürülüyor. Bu arada altyapı sorunları, teknik altyapıda olduğu gibi kültürel altyapı alanında da sürüyor. Kültürel tesis azlığı İstanbul’un büyüklüğüne yakışmıyor.
Çizdiğim tablo umutsuzluklarla dolu… Ama ne var ki bütün eksik ve kusurlarına rağmen kanımca İstanbul dünyanın en güzel, en görkemli şehri. |
Zaten yöneticilerin ve yaşayanların bütün olumsuz çabalarına karşın hâlâ eşsiz güzelliğini koruyabilmesi de bunun kanıtı. Üstelik, yanılmıyorsam, dünyada içinden deniz geçen tek şehirdir İstanbul. Boğaz, çirkinlikleri örtüyor. Dünya ve ülkemizi karşılaştırdığımızda kent yaşamı konusunda neler öne çıkıyor?
Kentlerimiz arasında büyük farklar var. Özellikle İstanbul ülkemizin öteki kentlerinden bir hayli farklı. İstanbul çok canlı bir şehir. İstanbul’un canlı yaşamı yurtdışında da biliniyor ve biraz da hayretle karşılanıyor. Ne var ki yaşam kalitesi ve düzeyi bakımından İstanbul’da tek bir İstanbul yok; birkaç İstanbul var. 15 milyon nüfusun çok büyük bir bölümü kentsel yaşama katılamıyor ve onun uzağında yaşıyor. İstanbul’da kentleşme sürüyor ama kentlileşme hâlâ çok gerilerde. Bu durum, öteki büyük kentlerimiz için de böyle.
Avrupa’nın yaklaşık bir milyon nüfuslu kentleri yaşam kalitesi bakımından güzel örnekler oluştururlar. O kentlerin çoğu, 2. Dünya Savaşı’nın tahribatına rağmen tarihsel karakterlerini, kentsel kimliklerini koruyabilmişlerdir. Geniş yeşil alanları vardır, ayrıca teknik ve kültürel altyapıları tamdır. O kentlerde kültür merkezleri, konser salonları, opera-bale etkinliklerine elverişli salonlar, düzenli okul yapıları, kütüphaneler, medya merkezleri, müzeler, halka açık spor tesisleri vardır. Bu türden bir kültürel altyapı ne yazık ki bizim kentlerimizde çok eksik. İşte 2010’da Avrupa Kültür Başkenti olan İstanbul bile, süreci bir kültür merkezinden (AKM) mahrum olarak geçirdi. Devlet Operası, Kadıköy’deki emektar Süreyya Sineması’na sığındı, 50. yılını kutlayan İstanbul Devlet Balesi salonsuz kaldı. Ayazağa’da yapımı yarım kalmış olan kongre ve konser salonu da alışveriş merkezine dönüşüyor.
Ayrıca, arsalarına tamah edilerek Cumhuriyet dönemi yapıtlarına kıyılıyor. Amaç, rant uğruna yoğun yapılaşma… Bu gidişle, geleceğe bugünden ne bırakacağız acaba?
Sürdürülebilir yaşam alanlarında hangi değişimler ve eğilimler göze çarpıyor?
Şu sıralar İstanbul’da ve birçok kentimizde alışveriş merkezleri çok gözde. Kentlerin her yerinde alışveriş merkezlerine öncelik tanınarak yapım izni veriliyor. Aslında, trafik karmaşasına neden olan AVM’lerin normal olarak kentlerin dışında yer alması gerekir. Bizde bu kural gözetilmiyor ve her noktada yapılmalarına göz yumuluyor. Herhalde toplumsal yükselişimiz bu tüketim tapınaklarıyla sağlanacak.
Alışveriş merkezleri de tıpkı dışa kapalı yerleşmeler, konut bölgeleri gibi “sokak” kavramının aleyhine çalışıyor. AVM’ler dışında kalan perakende alışverişin işi giderek zorlaşıyor. Ayrıca, açık kaldıkları saatler bakımından da AVM’lere birçok ayrıcalık tanınmış durumda. Bu durum toplumun alışveriş alışkanlıklarını değiştiriyor. Hızla tüketim toplumu olma yolunda ilerliyoruz.
Şu anda, gelişmiş ülkelerde yeşil yani ekolojik mimarlık için ileri adımlar atılıyor. Daha iyi bir dünya için bizim de benzer adımları atmamız gerekiyor. Doğayı, tarihi, kültürel değerleri koruma konusunda bilinçlenmemiz lazım.
Kent kalitesi sizce nasıl olmalı?
Kanımca, “yaşamın kalitesi süresinden daha önemlidir.” Yaşamımızın büyük bir bölümü kentsel ortamlarda, binalarda, konutlarda geçtiğine göre bütün bu ortamlarda, mekânlarda mimari kalite çok önemlidir. Ünlü İngiliz siyasetçi W. Churchill “Biz binalarımızı biçimlendiririz, sonra onlar da bizi biçimlendirir” derken bunu kastediyor olmalı. Ne yazık ki bizim toplumumuz çarpık kentleşmeden söz etmeyi, yakınmayı seviyor ama mimarlığın gelişmesi konusuna hiçbir katkı getirmiyor.
Mimarlık, mimarın tek başına yapabildiği bir iş değil. Mimari üretimde; belediyenin verdiği imar durumu ve yatırımcıyla başlayıp, mimarla, teknik ekiple sürüp, kullanıcıya uzanan bir süreç söz konusudur. Kısacası, öncelikle toplumumuzun mimarlığın farkında olması, mimarlığı istemesi gerekiyor. Bu çerçevede, kamu binalarını yaptıran yöneticilere de bugünün mimarlığının yaratılması konusunda büyük sorumluluk düşüyor. Geçmiş özentisinden, taklide dayalı mimarlıklardan vazgeçip çağdaş mimarlığın önünü açmalarını bekliyoruz. Sonuç olarak, toplumun daha iyi mimari çevrelerde yaşamayı hak ettiğini düşünüyorum. |