20. Yüzyıl Türkiye Mimarlığı Üzerine…(Söyleşi : Derya Nüket Özer) | Kaynak : 01.04.2017 - Yapı Dergisi - 425 | Yazdır |
Doğan Hasol’un yeni kitabı “20. Yüzyıl Türkiye Mimarlığı” geçtiğimiz ay YEM Yayın’dan çıktı. Derya Nüket Özer kitap üzerine Doğan Hasol ile bir söyleşi yaptı: DERYA NÜKET ÖZER “20. Yüzyıl Türkiye Mimarlığı” kitabını çok uzun bir zamandır planladığınızı biliyorum. Kitabınız kronolojik bir düzen içinde Birinci Ulusalcı Mimarlık Akımı, Genç Cumhuriyet’in Konuğu Yabancı Mimarlar, 1930’ların modernlik arayışı, İkinci Ulusalcı Mimarlık, Uluslararası Üslup, 1960-70’lerin tekdüzeliğe karşı arayışlarını, 1980-2000 döneminde küreselleşme ve Neoliberalizmin etkilerini uluslararası boyutta ve Türkiye’de inceleyen bölümler halinde düzenlenmiş. Her dönemin mimari eğilimlerini yansıtan yapılar özgün hallerinin fotoğrafları eşliğinde tanıtılıyor. Bu kitap sizin için neden bu kadar önemli? DOĞAN HASOL Kitap Cumhuriyetin kurulmasından önceki dönemle başlıyor, Cumhuriyet dönemi mimarlığını hazırlayan etmenleri irdeliyor. Sonsöz bölümünde de son 16 yılı irdeliyoruz ki, o da çok önemli. Son yıllarda Cumhuriyetin pek çok şeyi gibi mimarlığı da eleştiriliyor, hattâ yok sayılıyor. “Türkiye’de mimarlık var mı ki?” türünden sorular ortaya atılıyor, bazı binalar ele alınıp garip bir biçimde irdeleniyor. Mimarlık bilgisinden yoksun, mimarlığın ne olduğunu bilmeyen kişiler kendilerince “güzel”, “çirkin” ayrımı yapıp binaları yargılıyorlar. O bakımdan en azından bir sayım döküm yapmanın yararlı olduğunu düşündüm. DNÖ Hemen arkasından 20. yy’ın hemen başına ait, tam yanındaki Paket Postanesi Binası da aynı akıbete uğradı. DH Evet, Paket Postanesi tam bir geçiş dönemi yapısıdır. Yolcu Salonu mimar Rebii Gorbon ve Fransız mimar Debbes’in ortak çalışmalarıdır ve bir yarışma sonunda elde edilmiş çok değerli bir yapıdır. Art Deco akımının son dönemine rastlar. Benim kitabımda bu yapı var, ama yerinde yok artık. Aynı şekilde Ankara’daki İller Bankası binası da bu durumda ve birçok yapı tehdit altında. Örneğin, Atatürk Kültür Merkezleri… Çok ilginçtir bir bakanla konuşuyorduk, niçin yıkılmasını istiyorsunuz diye sorduğumda “çirkin bir bina” dedi. “Sayın Bakan, biz mimarlar yapıları güzel-çirkin diye değerlendirmeyiz; bunlar son derece öznel kavramlardır. Mimari yapıtları yargılayabilmek için mimari değerlerden yola çıkmak gerekir. Elbette bir yapı hakkında herkesin kanaati olabilir ama bu kanaat yapının mimari değerinden çok kişilerin kültürel derecelerini belirler” dedim. Biz mimari mükemmellik denen şeyi yani mimarlık değerlerini ararız. AKM’ye çirkin demek hiçbir şey ifade etmez. Bunu söyleyen insanlar niçin “çirkin” ya da niçin “güzel”i anlatamazlar. Bu, son derece özneldir. DNÖ Kitabınızın ana başlıklarına bakıyorum. Birinci Ulusalcı Mimarlık Akımı ile başlıyor. DH Ben Ulusal Mimarlık Akımı değil Ulusalcı Mimarlık Akımı diye adlandırıyorum. Bu, aslında sonradan konmuş bir addır. Ulusal dediğiniz zaman ülkenin bütün ürünlerini kapsar, oysa buradaki niteleme bir eğilim belirlemedir; bir dönemin adıdır. O dönemde ulusalcı tavırlarla mimarlık üretilmeye çalışıldı ki bugüne geldiğimizde yine benzer bir tavrın özellikle kamu kesiminde geçerli olmaya başladığını görmekteyiz. Bugünkü Selçuklu-Osmanlı özentili, geriye dönük bir mimarinin dayatılmasıdır. Bu tür mimarlık akımları çeşitli baskıcı dönemlerde dünyanın çeşitli ülkelerinde görülmüştür. Kitapta bunlar geniş biçimde açıklanıyor. Daha sonra 1940’lı yıllarda gelişen İkinci Ulusalcı Mimarlık Akımı da İstanbul ve Ankara’ya getirilen, Hitler Almanyasının propaganda amaçlı “Yeni Alman Mimarisi” sergisinin de etkisiyle, milliyetçilik akımlarının çok yükseldiği bir dönemde ortaya çıkmıştır. O nedenle ben “ulusal” yerine “ulusalcı” demeyi tercih ediyorum. Akım 1940’larda “Milli Mimari” olarak anılmıştır ama ideolojik, diriltmeci bir yaklaşımdır bu. Sanatta, eskinin taklidiyle yeniyi nasıl yaratabilirsiniz? DNÖ Mimarlığa dönecek olursak, bugünün çatışma konusu problemi güzel-çirkin mimariden mi ibaret? İdeoloji ve ekonomi için ne dersiniz? DH Fransız mimarlık yasasının birinci maddesi, “mimarlık kültürün bir ifadesidir” diye başlar. Sanıyorum kültürün en iyi ifade edildiği alan mimarlıktır. Bir yere gittiğiniz zaman oranın mimarisine bakarak orada yaşayan insanlar hakkında bir kanaat edinebilirsiniz. O nedenle ideolojiler mimariyi kullanmayı severler. Hitler de sevmiştir, Mussolini de. Mussolini mimarlığının bazı örnekleri Roma’da hâlâ var. Hitler döneminden sonra duyulan tepkiyle o dönemde yapılmış olan pek çok bina yıkılmıştır. Türkiye’ye gelen Alman sergisinde antik Roma mimarlığı özentili çok büyük yapılar olduğu biliniyor. Bugün de bazı örnekleri görüldüğü gibi, kamunun böyle bir ideolojik sahiplenişi varsa bazı çaresiz mimarlar o yoldan yürümeyi seçebiliyorlar. DNÖ Mimarlık pratiğine Türkiye’de Cumhuriyet tarihi boyunca baktığımızda kamu yönetiminin bu alandaki günahı ve sevabı nedir sizce? DH Kamunun etkisi büyük. 1950 yılına kadar yapılan yatırımlarda kamunun payı çok fazladır, çünkü sermaye birikimi yok, özel sektör yok. Cumhuriyetin ilk yıllarına baktığınızda çok kısa bir süre içinde çok fazla proje ve yatırım olduğunu görürsünüz. O yatırımların türlerini iktidarın öncelikleri belirlemiştir. Örneğin okullar, Ankara’da Musiki Muallim Mektebi, Etnografya Müzesi, ilk arkeolojik kazıların başlatılması gibi… Ardından sanayi yapıları… Bunlar Cumhuriyetin ilk yıllarına rastlar. Sözün kısası önce ülkenin eğitimine ve kültürüne önem veriliyor. Yalnız bir yetersizlik var, ki kitapta geniş olarak anlatılıyor, o dönemde Türkiye’de mimar sayısı çok az. Ankara bir başkent olarak yeniden kurulurken bir başka amaç da Ankara’nın, geliştirilecek öteki şehirlere de örnek olması. Büyük bir yapılaşma atılımına girişilirken yalnızca mimar değil usta da eksik. Zamanla elbette Cumhuriyet kendi elemanlarını yetiştirecektir. Nitekim daha sonraki yıllarda yurtdışına mimarlık öğrencileri gönderilir, üniversiteler açılır. O arada Avrupa’daki siyasal dengesizliklerden dolayı Almanya başta olmak üzere İsviçre, Avusturya gibi ülkelerden çok çeşitli mesleklerden uzmanlar Türkiye’ye gelir ve genç Cumhuriyete epeyce yardımcı olurlar. Ankara’nın yapılaşmasında bu yabancı mimarların rolünü kitapta ayrıntılı olarak aktardım. Ne var ki o dönemde Türkiye’ye gelen mimarlar Orta Avrupa-Viyana ekolünü temsil eden, biraz da eskiye bağlı mimarlardır. Oysa ABD’ye göçen Mies van der Rohe, Walter Gropius, Marcel Breuer gibi isimler çok daha ilerici bir mimarlığı temsil ederler. İlericilik derken Bauhaus ekolünden, yeniliklere açıklıktan, çağdaş malzeme ve olanakları kullanmaktan, deneysellikten söz ediyorum. Bize gelenler kendi anlayışları doğrultusunda bir mimarlık yarattılar Ankara’da. O yapılar mimarlık tarihimizde önemli bir yere sahiptir. DNÖ Sözünü ettiğiniz, Türkiye’de mimar sayısının çok az olduğu o dönemde Mustafa Kemal’in yeni Cumhuriyet tahayyülü ile var olan mimari eğilim çatışır. Vedat Tek’in acıklı mektubu, “biz yerli mimarlar varken neden yabancılara iş veriyorsunuz” yakınmasını dile getirirken gözden düşmüş bir mimarın ruh halini çok iyi yansıtır. DH Şöyle diyelim: Osmanlı’nın özellikle Balkan savaşlarından sonra Batı’da çok fazla toprak kaybı olmuştur. Bu süreç Panislamizm eğilimlerini doğuracaktır. Panislamizm, “bize hayır gelirse din kardeşlerimizden gelir” düşüncesinin ürünü. Ancak daha sonraki yıllarda Araplar da Osmanlı’dan koptukça onlardan da hayır gelmeyeceği anlaşılıyor. İşte o zaman Pantürkizm akımı başlıyor. Pantürkizm etkisiyle, mimarlıkta Osmanlı’ya, Selçuklu’ya dönelim tezi söz konusudur. DNÖ Usûl-i Mi’mârî-i Osmanî bu arayışın en somut ifadelerinden biridir sanıyorum. “Öz mimarlığımızın” nasıl uygulanacağına ilişkin reçeteler içerir. DH Evet, bu reçeteler 1920’lerde 1. Ulusalcı Mimarlık’ta geçerli olmuştur. İyi olan yanı Kemaleddin Bey, Vedat Bey, Arif Hikmet Koyunoğlu gibi çok yetenekli mimarların elinde şekillenmesidir. Akım geriye dönük olsa bile o mimarlar üst düzeyde bir mimarlık anlayışına sahiptirler. Daha sonra Cumhuriyetin ilk döneminde de bu akım bir süre devam edecektir. |
1930’larda ise Bauhaus ve CIAM anlayışında mimarlık Türkiye’de de yeşermeye başlamıştır. Yurtdışına mimarlık eğitimine gönderilen gençler birer birer dönmüşler ve yeni mimarlık anlayışını Türkiye’ye getirmişlerdir. Mustafa Kemal’in, Ulusalcı Mimarlık anlayışından hoşlanmadığı, örneğin Ankara’daki Ziraat Bankası, Etnoğrafya Müzesi binalarını beğenmediği; Türk mimarlarından daha çağdaş bir mimarlık yaratmalarını beklediği söylenir. Aslında gelen yabancı mimarlar da bu beklentiyi karşılayamamışlardır. Ne var ki onların yapıları da tıpkı Kemaleddin Bey’in, Vedat Bey’in yapıları gibi korunması gerekli bir mirastır. Siyasal-toplumsal ortamın ve ekonomik gelişmelerin mimarlık üzerinde etkileri vardır. Kitabın sonunda bir çizelge verdim. Çizelgede toplumsal ve siyasal olayların mimarlığa yansıması yer alıyor. DNÖ Kitabınızın sonunda, kaybedilmiş yapılar ve kaybolma tehdidi altında olan yapıların da bir listesi var. DH Karaköy Yolcu Salonu o listede yoktu, ama daha kitap okuyucuya ulaşmadan o da gidiverdi. DNÖ Mimari yapı olarak herhangi bir hasar görmese de cephe değişiklikleriyle kimliği değişen yapılar var bir de. DH Mimarlık değeri olan bir yapı elden geçirilirken bu işin, yine eskiye ve mimarın özgün fikrine saygılı bir yolla yapılması gerekir. Örneğin, biz Has Mimarlık olarak İzmir Büyük Efes Oteli’ni yeniledik. Otel, karakterini yitirmedi, korudu. Orada bugünün malzemesi, konforu, teknolojik olanakları ilk mimarlarının konseptine uygun şekilde uygulandı. DNÖ Korumacılıkta yeni bir kavram getirildi: “yıkılacak ama aynısı yapılacak” DH Emek Sineması restorasyonundan örnek verelim. En alt kattaki sinemayı başka bir kata “taşımak” kabul edilebilir bir şey değil. Bir yapıtın korunma kuralları vardır. Çok bilinçli uygulanması gerekir. Bunlar aynen tıpta olduğu gibi çok hassas operasyonlardır ve ancak bilgiyle gerçekleşir. Binaların yenilenmesi zorunlu hale gelebilir. Bazen mimarın ufku var olan teknolojiyi aşabilir. Bir gökdelen yapmak için, çeliğin, asansörün, güçlü pompaların ortaya çıkması gerekmiştir. Yıllar önce cam cephe yapmak için de yeterli teknoloji yoktu. Ben İstanbul AKM’nin cephesinin çok büyük gayretlerle, Arçelik’te günün sınırlı olanaklarıyla yapıldığını hatırlıyorum. Arçelik’in o bölümünün başında değerli mimar Aydın Boysan vardı, onun büyük emeği vardır o işte. Bir zamanlar çift cam da yoktu. Öğrenciliğimizde iki doğraması olan “muntabık pencere” vardı. Daha önceleri ise ısı yalıtımı için içte ve dışta iki pencerenin bulunduğu çifte pencereler kullanılırdı. Bazı yapılarda, örneğin New York’ta Lever House’da cam cephe yıllar sonra yenisiyle değiştirildi, çünkü yapıldığı dönemlerde mimarın ufku çok daha ilerideyken teknoloji bunun için yeterli değildi. Yeni teknolojiyle o cephe yeniden, ama mimarının özgün konseptine uygun olarak yapıldı. Bu tür yenilemeler bizde de yapılıyor, ne var ki bazen mimarın fikrine, cephenin oranlarına itibar edilmediğine tanık olabiliyoruz. DNÖ Gerek eski yapıların yenilenmesi gerekse havalimanları, köprüler gibi büyük çaplı bayındırlık projeleri gibi sorunlu ve kamuoyunun büyük tepkisini çeken projelerde asıl amacın ekonomik olduğu görülüyor. DH Parasal birikim oldu. Son dönemde iktidar inşaatla kalkınma diye bir yöntem benimsedi. Dünyada modeli pek görülmemiş bir şey. İnşaat kesimine çok büyük sermaye aktarımları oldu. Müteahhidin ana amacı para kazanmaktır; mimarın amacı bu değildir. Ayrıca bir ülkenin mimarisinde etkili olanlar yalnızca mimarlar değildir. Ülkenin anlayışı, işveren olarak kamunun anlayışı, işveren olarak özel kesimin anlayışı, toplumun anlayışı gibi pek çok etmen ve söz sahibi devrededir. DNÖ Bütün bu saydıklarınızın ilişkileri demokrasi kültürüyle ilgili… DH Evet öyle… Zaten baskıcı rejimlerde mimarlık kendini geliştiremez. Hitler’den sonra, yaptırdıklarının çok büyük bölümü yıkıldı, kalanlar da gurur verecek türden yapılar değil. Baskıcı rejimler sanatı içlerine sindiremezler, sanatçıları sindirmeye çalışırlar. DNÖ Kitapta belli dönemlerde belli mimarlar öne çıkıyor. Bugünün dünyasında mimar olmak nasıl bir şey? Mimarlığın bir yaratıcılık alanı olduğunu düşünürsek, var olan ortamda neler çıkabilir Türkiye’de? DH Neoliberal sistemde hedef kârdır. Kamu kesimi de buna yönelebiliyor. Yeşil alanların imara açılmasının arkasında rant var elbette. Onun için bazen kentsel dönüşümler rantsal dönüşüm haline gelebiliyor. Bundan hayırlı sonuçlar beklemek mümkün değildir. Şehircilik ve mimarlıkta, yapılan işin bir plan disiplini içinde olması gerekir. Örneğin bundan yirmi yıl önce İstanbul’un nüfusu sekiz milyon iken bir belediye başkanı nüfus artışını önlemek için İstanbul’a vize ile girilmesini bile düşünmüştü. Kaygısında haklıydı, ama vize olamazdı elbette, bunun doğal vizesi ülke ve bölge çapında yapılacak iyi bir planlamaydı. Yıllar önce, ülkesel fiziksel plan olarak savunduğumuz, iş ve işgücünün ülke çapında dağılımını da öngören bir sistemdir bu. Ülke, bölge, şehir planlaması olarak ilerler, ardından kentsel tasarım gelir. Kentsel tasarıma uygun çalışmalar yapılırsa hiçbir bina için “kentsel silueti bozdu” demek durumunda kalmayız. Bugün İstanbul nüfusu yirmi milyona yaklaşmış. Buna göre Türkiye nüfusunun beşte biri İstanbul’da yaşıyor demektir. Bir azman kentte hiçbir sorun çözülemez. Almanya’da nüfusu üç buçuk milyonu aşan şehir yok. Peki Almanların hiç mi aklı yok? Bir azman şehri yönetemezsiniz, şehir elinizden kaçar. Nüfus baskısıyla İstanbul’a büyük bir yapılaşma yoğunluğu getirildi ve getiriliyor… Bunu Kadıköy’de ve başka birçok yerde görüyoruz. Fikirtepe’de yapılanlar anlamlı şeyler değil. Yarın Kadıköy’ün ne hale geleceğini düşünmek bile istemiyorum. İşte bu durumda mimarlık yapmak çok zor. Zaten artık mimarlık müteahhitlik kesiminin güdümüne girdi. İş müteahhitlere veriliyor, müteahhitler mimariyi belirliyor. Kendi bürolarında emir-komuta zinciri içinde bazı mimarlara binalar yaptırıyorlar. DNÖ Mimarın ismi kaldı mı? DH Bir ara binalar mimarın ismiyle anılır, hattâ reklamı yapılırdı. Yazık ki artık o devir kapandı. Mimarlık eğitiminde de çok ciddi sorunlar var. Okul sayısı anormal şekilde artmış durumda, nitelikleriyse düşük; yeterli hocası bile olmayan okullar var. Buna karşılık YÖK’ün öğrenci kontenjanları çok yüksek. Örneğin 2016 sonunda mimarlık okulları için konan kontenjan 7500 civarında. Bu bir yıl önce 6500 kadardı. Bugün Avrupa’da mimarlık eğitimi 4+1 ya da 3+2 yıl ama bununla bitmiyor, mezuniyet sonrası staj ve sınavlarla yetkinliği kanıtlamak zorunlu. Türkiye’de bu sistem yok. Bizde mesleki yetkinlik aranmıyor; bugün okulu bitiren yarın gökdelen dikebilir. Aslında orta eğitim de, yüksek eğitime temel olabilecek durumda değil. Ülkede yeni baştan bir çağdaş eğitim seferberliği yapmak gerek. DNÖ Kitabınızda her dönemi anlatırken öncelikle uluslararası ortamı, sonra buna bağlı olarak Türkiye’deki ortamı anlatıyorsunuz. 20. yy’da doğal bir gelişim çizgisi var. Tarihselci üslup yerini Modernizme bırakıyor, teknolojideki hızlı ilerlemeyle birlikte mimari yeni bir boyut kazanıyor. Bir noktaya geliyoruz Postmodernizm boy gösteriyor. Postmodernizm diye bildiğimiz isimler çark edip, “ben asla postmodernist olmadım ki” deyiveriyorlar. Modernizmin ardından sizce sağlam gidişi olan bir akım çıktı mı? Türkiye için sözünü ettiğimiz o neoliberal düzende dünya mimarlığı ne durumda? DH Son dönemde bütün ülkeler kaçınılmaz şekilde küreselleşmeye tabi oldular. O da yetmedi neoliberalizm geldi. Neoliberalizm çağdaş kapitalizm diye de ifade ediliyor. Tümüyle sömürüye dayanan bir düzendir bu. Tüketim körüklendi, yaşam tarzları değişti. Teknoloji sürekli ilerliyor. Bu, insanların daha iyi yaşamalarına olanak verecek çok büyük bir avantajdır elbette. Ne var ki olanakların doğru ve insana dönük şekilde yönlendirilmesi gerek. Dünyada yoksulluğun ortadan kaldırılması yolunda çaba göstermek gerekir. DNÖ Bu çerçevede mimarlık de âdeta bir sanayiye dönüşmüş durumda. Zaha Hadid’in bürosu bir fabrika gibi proje üretmeye devam ediyor. Bu sözünü ettiğiniz kâra, ranta odaklı düzende mimari üretim ne durumda? Yaratıcılık, yenilik arayışlarında bir sıkışıklık var mı? Paranın olduğu yere giderken kendi yaratıcılığı nasıl etkileniyor? DH Artık söz sahibi olanlar para sahipleri. Türkiye’de öyle. Bakıyorsunuz bir müteahhit bir televizyon reklamına çıkıp elinin tersiyle masanın üstündeki bütün projeleri yere atabiliyor. Orada insan emeği var, bilgi var, fikir var ama müteahhidin yetenekleri onu çok aşıyor. Yeteneği ise para sahibi olması. Dünyada da pek çok yerde benzer durum var. Birtakım yerlerde gökdelenler özenti, güç gösterisi unsuru oluyor. İstanbul’da yapılan bir gökdelen, Avrupa’nın en yüksek gökdeleni diye sunuldu. Avrupa gökdelen yarışı içinde değil ki. Avrupa, kentlerinin kimliğini koruma kaygısı taşıyor, ama Uzakdoğu’da, Ortadoğu’da böyle bir yarış var. Gökdelen yapılamaz mı? Yapılır elbette, ancak yerinin kentsel plan disiplini içinde doğru belirlenmesi gerekir. DNÖ İstanbul’un Cumhuriyet dönemi tarihine baktığımızda iki büyük yıkım, şu anda da üçüncüsünün yaşandığını görüyoruz: Adnan Menderes, Bedrettin Dalan ve bugünkü yıkımlar. Bu üç dönemin de güçlü iktidarlar dönemi olması dikkat çekici. DH Yıllar önce İstanbul’u inceleyen Macar mimar-yazar Karoly Kos’un güzel bir saptaması vardır: “İstanbul’un üç düşmanı var: deprem, yangın, insanoğlu” diyor. “İnsanoğlu”nun başında doğal ki yöneticiler geliyor. İstanbul’un ilk şehremaneti yani belediyesi işe, Galata surlarını yıkmakla başlamış. Menderes “ben kendime sabık başbakan dedirtmem” diyen bir başbakandı. Her şeye hâkim olmak arzusundaydı. Tahran’da gördüğü geniş bulvarları, İstanbul’da yapmaya girişti. O arada plansız girişimlerle yollar genişletildi, camiler dahil değerli birçok yapı yıkıldı. Bazılarının yaraları hâlâ sarılamıyor. Dalan da gökdelenler sürecini başlattı. Son dönemde de planlama göz ardı edilerek birçok şey yapılıyor. Burada özetle konuştuğumuz bütün bu konuların geniş anlatımı kitapta örnekleriyle var. Gelelim, “Türkiye’de mimarlık var mı ki?” sorusuna… Elbette, çok iyi mimarlık örnekleri var, ancak ne yazık ki bunlar, şehirlerin plansızlığı ve kargaşası içinde zor algılanır oluyor. Asıl sorun kentsel plan disiplini yokluğunda. |