20. Yüzyılın İkinci Yarısında Mimarlık Pratiği Kaynak : 01.05.2017 - Haluk Baysal - Melih Birsel Rasyonalizmi TMMOB Mimarlar Odası - Anma Programı Dizisi | Yazdır

DOĞAN HASOL- Değerli konuklar, değerli mimar arkadaşlarım, değerli öğrenciler;

Konumuz, “20. Yüzyılın İkinci Yarısında Mimarlık Pratiği”… Ancak bu arada, Baysal-Birsel ikilisine de değinmeden geçemem.

Haluk Baysal-Melih Birsel için bir araya gelmiş olmak beni gerçekten mutlu ediyor. İkisini de tanıma şansım oldu; 1965 yılı başında Mimarlar Odası İstanbul Şubesi sekreteri seçilmiştim, Haluk Bey Mimarlar Odası İstanbul Şubesi’ndeki başkanlık görevini bitirmiş, Ankara’ya merkeze geçmişti, merkezin başkanıydı. İstanbul Şubesi Başkanı Nevzat Erol’du, ama bizim çalışmalarımız ağırlıklı olarak Haluk Baysal’la birlikte yürütüldü. Gerçekten çok çalışkan ve canlı bir insandı, çok üreticiydi, sürekli olarak fikirler üretir, bir yandan da sürekli olarak eskizler çizerdi. Örneğin, yönetim kurulu toplantılarında bile eskizler çizer, etrafına danışır, tartışırdı.  Çok fazla cesaret sahibi ve açık sözlüydü; bunu bakanlarla yaptığımız temaslarla da görmüşümdür. O tarihlerde daha çok, Hukukçular Sitesi ve Vakko Fabrikası ile meşguldü. Melih Birsel yurtdışındaydı, ama onların beraberlikleri yine sürmekteydi. O dönemde yaptıkları bütün projelerde Haluk Baysal-Melih Birsel ismi vardır. Beraberliklerinin Galatasaray Lisesi’nde başladığını biliyorum; o beraberlik meslek yaşamlarında da çok uzun süre devam etti.

Melih Birsel İstanbul’a döndükten sonra kendisiyle bir ara Yapı-Endüstri Merkezi çatısı altında İstanbul’la ilgili neler yapabiliriz diye bazı çalışmalar yürüttük. Pek çok kişinin katılımı oldu o hazırlık çalışmalarına. Uzun süren bir çalışma dönemi olmuştu; ne yazık ki o çalışmaları sonuçlandıramadık. Bende Melih Bey’in o toplantılara ilişkin olarak güzel el yazısıyla yazdığı, sakladığım bazı belgeler, notlar  var. Ben Baysal’ı da, Birsel’i de saygıyla, sevgiyle anmak istiyorum bir kez daha.

Sevgili İlhan Tekeli biraz önce çok güzel özetledi, tarihsel süreci gayet güzel anlattı. Kaldığı yerden ben konuyu biraz daha mimarlığa taşıyıp ayrıntılandırmaya çalışacağım. 20. yüzyılın ikinci yarısı dediğimiz zaman, İkinci Dünya Savaşı sonrasıyla, 1950’lerle başlıyoruz. Anlatacaklarımı ben de İlhan’ın yaptığı gibi biraz siyasal, toplumsal ortama bağlamak istiyorum. Bir çizelge hazırladım, o çizelge üzerinden gideceğim, ama yine de eksikler olduğunu biliyorum; zaman içinde tamamlanacaktır.

1950-1960 arasında olanlar… Ekonomik durum ve mimarlık pratiğine bunların yansımaları… 1950’li yılların tümü, Demokrat Parti iktidarıyla süren dönem… Adnan Menderes’in başbakanlığı… Başbakan her şeye hâkim… Yine o dönemde 1955’te yaşadığımız Kıbrıs ve 6-7 Eylül olayları var. Daha sonraki yıllarda da 1957 seçimlerinden hemen sonra başlayan, demokrasiyle pek de bağdaşmayan, ama “ben sandıktan çıktım, her istediğimi yaparım” anlayışı içinde Demokrat Parti’nin kurduğu baskı düzeni ve Vatan Cephesi uygulaması… Her gün radyolarda -o zaman televizyon filan yok- Vatan Cephesi’ne katılanların isimlerini listeler halinde dinlerdik. Onların arasında başka partiden olanlar, hattâ ölmüş olanlar da bulunurdu; onlar da Vatan Cephesi’ne geçmiş oluyorlardı ve adları her haber bülteninde devlet radyosundan duyuruluyordu. İktidarın ifadesine göre, Vatan Cephesi’nin karşısında Şer Cephesi yani muhalefet vardı. Yazık ki, bugün de benzer durumlarla karşı karşıyayız. Tabii beni en çok üzen şey 50-60 yıl sonra aynı noktaya yeniden dönmüş olmak, demokrasiyi sadece sandıktan ibaret sayan bir anlayışla yeniden karşılaşmak. Demokrasiyi hâlâ tam olarak kavrayabildiğimiz söylenemez.

Yine o yıllardaki ekonomik duruma gelince, tek parti döneminin devletçiliğine karşı, liberal ekonomi söz konusuydu. O tarihlerde Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın beyanları vardı: “Türkiye küçük Amerika olacak” diye… Hevesler hep Türkiye’nin bir küçük Amerika olması şeklindeydi. 1950-1954 arasında Demokrat Parti’nin ekonomik alanda birtakım atılımları olmadı değil. Tek parti dönemi ve ondan sonraki çalkantılı, çok partili dönemle Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi yeni umutlar yeşertmişti. Savaş ve korkusu bitmişti, insanlar umutluydu; bir yandan da Marshall yardımı desteği gelmekteydi. 1954’te Yabancı Sermaye Yasası çıktı. 1957’de seçimler ekonomik sıkıntıların gölgesinde yapıldı. İstanbul’un imarı tutkusunun da tetiklediği ekonomik sıkıntılar, 1958 Temmuz’unda çok büyük bir devalüasyona neden oldu: Dolar 2.80 TL’den 9.02 TL’ye çıktı. Bugüne kadar Türkiye’nin yaşadığı en büyük devalüasyondur bu.

Sonuçta Demokrat Parti demokrasi dışı tutumu ve anayasaya aykırı uygulamalarıyla bir askeri müdahaleye âdeta davetiye çıkardı. Ben o dönemin gençlerinden  olduğum için aynı terminolojiyi kullanmak istiyorum, 27 Mayıs 1960 devrimi geldi.

O on yıllık dönemin mimarlık pratiğine gelince, biz 1956’da fakülteye başladık. Çizim masamız vardı, masif ıhlamur tabla tercih edilirdi. Hesap cetvelimiz vardı, T cetvelimiz, gönyelerimiz vardı, tirlin yeni terk edilmiş, yerini grafos almıştı. Ama döviz darlığı nedeniyle onun da bulunmasında büyük güçlükler vardı. Peşinden rapidograf geldi. Rapidoya geçtiğimizde artık mezun olmaya çok yakındık. O dönemde mimarlık büroları nasıldı?.. Çok küçük bürolar… Tek kişilik, iki kişilik bürolar halindeydi. İş hanları vardı. Örneğin, Nezih Eldem’in tasarımı, Şişli-Osmanbey’deki Site İş Hanı… Küçük küçük odalardan, 25-30 m2’lik odalardan oluşan… Altta sineması, çatısında gece kulübü olan bir iş hanı… İhtiyaç halinde iki oda, üç oda alınır; en fazlası buydu. İstiklal Caddesi’nde Kadri Han vardı mesela. Orada Seyfi Arkan’ın üç odalı bir bürosu vardı ki İstanbul’daki büyük bürolardan biri sayılırdı. Bazı bürolar da apartman katlarındaydı. Haluk Baysal-Melih Birsel Bürosu da İstiklal Caddesi’nde Ağa Camisi’ne yakın Luvr Apartmanı’nda idi.

1961-1971 arasına gelirsek… Sanayileşme dönemi başlamıştı. O dönemde fabrika binaları yapılmaya başladı. Siyasal, toplumsal ortam olarak başlangıçta, Milli Birlik Komitesi yani 27 Mayıs 1960 hareketini yapan grubun yönetimi. Yıl sonuna doğru Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) kuruluşu… 1961 başında Kurucu Meclis… Sonra Temsilciler Meclisi ile iki meclis sistemi, yeni bir Anayasa ve seçimler… Ardından sivil yönetim: Başbakan olarak önce İsmet İnönü, sonra Suat Hayri Ürgüplü, daha sonra da Süleyman Demirel dönemleri…

Mimarlar Odası 1954’te kurulmuştu; 1960’larda bir merkez ve üç şubeden ibaretti. O dönemde bizim en anlamlı çalışmalarımız Haluk Baysal’ın başını çektiği çalışmalar oldu. Genel Sekreter Arman Güran da ciddi katkılarıyla çalışmaları Ankara’dan sürekli olarak destekliyordu. DPT bünyesinde iki daire vardı: Ekonomik Planlama Dairesi ve Sosyal Planlama Dairesi; ama kentleşmenin doludizgin gittiği bir dönemde Fiziksel Planlama Dairesi’nin yokluğu ciddi bir boşluktu. Oda olarak, DPT’ye bir fiziksel planlama dairesinin eklenmesi gerektiğini savunuyorduk.O tarihlerde Fransa’da yürürlükte olan “Aménagement du Territoire” türü, ülke çapında iş yerleşmelerinin ve işgücünün doğru dağılımını sağlayacak olan bir genel planlama yapılması gerektiğinden söz ediyorduk. Ne yazık ki önerimiz dikkate alınmadı. Yetkililere göre zaten Sosyal Planlama Dairesi’nin başında bir mimar, Evner Ergun bulunuyordu. (Evner Ergun, daha sonra Asala terör örgütünün bir cinayetine kurban gidecekti.)

Yeni Anayasa yapılmış, yönetim sivilleşmişti. O arada Talat Aydemir adlı bir emekli albayın püskürtülen iki darbe girişimi oldu. 1968’de Avrupa’da öğrenci hareketleri başladı, bize de yansıyan o hareketler, bizde zaman zaman kardeş kavgasına dönüşerek devam etti.

Yine o dönemde özel yüksekokullar açılmaya başlamıştı. Nedense, o dönemde de ilk açılanlar yine mimarlık okullarıydı. Talep çoktu ve herhalde daha kolay kuruluyordu, bilemiyorum. O dönem hızlı bir sanayileşme dönemiydi. Gelişigüzel artan özel yüksekokullar konusunda Mimarlar Odası’nın ve İnşaat Mühendisleri Odası’nın ciddi mücadeleleri oldu, sonunda konu Odaların çabalarıyla Anayasa Mahkemesi’ne kadar götürüldü ve Anayasa Mahkemesi özel yüksekokulların devletleştirilmesi ya da kapatılması yolunda bir karar verdi.

O dönemin sıkıntılı konuları arasında bir de imzacı mimarlar konusu vardı. İnşaat kalfaları birtakım projeleri Belediye Sarayı civarındaki kahvelerde oturan bazı mimarlara imzalatır ve belediyeye sunarlardı. Mimarlar Odası’nın büyük dertlerinden biri oydu. Örneğin, bir yıl içinde 150 proje imzalamış bir mimar olabiliyordu. Oda buna karşı önlem olarak belge uygulamasını başlatmıştı.

1965’te Kat Mülkiyeti Yasası çıktı. Apartmanların bağımsız bölümler halinde paylaşılması olanağı yaratıldı. Yasanın ardından, küçük girişimcilerin inisiyatifi ile yapsat düzeni geldi. SSK’nın verdiği konut kredileri nedeniyle de, konut kooperatifleri yaygınlaşmaya başladı. Arsa Ofisi Kanunu 1969’da çıktı. Devlet arsada bir düzenlemeye gidecekti, fakat o iş çok fazla başarılı olamadı.

Koruma bilincinde yavaş da olsa bir gelişme başladı. O vakte kadar her şey yıkılabilir, yıktırılmayanlar da yerine yeni şeyler yapmak üzere sahiplerince yakılırdı. Böylesine bir bilinçsizlik vardı. Ahşap mimari miras böyle yok oldu. Ne var ki zaman içinde koruma bilinci gelişti. O konuda arkadaşımız Mimar Besim Çeçener’in çabalarını anmak istiyorum. Anıtlar Yüksek Kurulu’nda uzun zaman müdürlük yaptı; “koruma” alanına çok büyük katkıları olmuştur.

Kamu yapıları için Bayındırlık Bakanlığı deneyimli, iyi bir işverendi. İller Bankası da kentlerin imar planlarını şehircilikle uğraşan mimarlara ihale yoluyla yaptırırdı. Bayındırlık Bakanlığı’nın Yapı ve İmar İşleri Reisliği, Orhan Alsaç’ın önderliğinde, Adnan Kocaaslan ve Neriman Birce’nin de katkılarıyla âdeta mimarlığın koruyucusu konumundaydı. Bayındırlık Bakanlığı sürekli olarak yarışmalar açardı. O yarışmaların Türkiye’de mimarlığın gelişmesine katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Fakat zaman içinde süreç yozlaştı. Bayındırlık Bakanlığı mensupları yarışmaları biraz da kendi jürilikleri için bir araç olarak görmeye başladılar. Mimarlar Odası’nın o alanda da epeyce mücadelesi oldu…

1971-1980 arasına geldiğimizde… 1960’ta yolu açılmıştı darbelerin. Artık her on yılda bir şeyler olacaktı. 1971’de Komutanların muhtırası geldi. Siyasal çalkantılar, sağ-sol çatışmaları başlamıştı.  On yıllık bu dönemde 10 başbakan değişmiş.

1973’te Boğaziçi Köprüsü açıldı ve  İstanbul’un yerleşim düzenini kökünden değiştirecek bir gelişme oluşturdu. 1974’te, dünya petrol krizi ve ekonomik bunalımla sarsılıyordu. Yine aynı yıl Kıbrıs harekâtının ardından gelen ekonomik ambargo ülkeyi çok zor duruma düşürdü. Bunlara karşın, yapı malzemesinde ciddi gelişmeler oldu. 1978’de biz YEM olarak ilk yapı fuarını yaptık. Başlangıçta çeşit ve üretim kapasitesi bakımından son derece az olan yapı malzemesinde çok ciddi gelişmeler olmuştu kısa sürede. Bugün Türkiye yapı malzemesi konusunda Avrupa’da söz sahibidir.

Ekonomi yine zordaydı. Başbakan Süleyman Demirel’in “70 Sente muhtacız” dediği dönemde Turgut Özal DPT Müsteşarı idi. 24 Ocak 1980’de ekonomik istikrar kararları çıktı. Bir parantez açalım: Bu “24 Ocak” tuhaf bir tarih; geçenlerde dikkat ettim, Uğur Mumcu’nun ve Gaffar Okkan’ın öldürüldükleri günler de 24 Ocak… Garip bir rastlantı… İşte 24 Ocak 1980’de o ekonomik istikrar kararları geldi, ardından da 12 Eylül askeri müdahalesi. 1971 muhtırasından bu kez 9 yıl sonra 12 Eylül 1980’de yine bir askeri darbe gelmiş oldu.

Yine o  dönemde yan meslek dalları gelişmeye başladı. Şehir plancıları oda kurdular, içmimarlık devreye girdi, peyzaj tasarımı devreye girdi. Yıllardan beri sürüp giden imar ve gecekondu afları bu süreçte de ön plana çıktı. Başlangıçta konut sorununa masum bir çözüm olarak gelişen gecekondu, şehirleri işgal etmeye başladı. Daha sonra bunlar, verilen tapular ve popülist ödünlerle 5-6 katlı apartmanlara dönüştüler ve şehirlerin yerleşme düzenini gecekondular belirler hale geldi. Örneğin, yıllar sonra Kuzey Ankara’da Esenboğa’dan şehre doğru gelirken yamaçlarda gecekondu mahalleleri vardı. Oralarda kentsel dönüşümler uygulandı. Dik yamaçlardaki tek veya iki katlı gecekondular yıkıldı, yerlerine koskoca apartmanlar dikildi. Acaba baştan ciddi bir plan yapılsaydı gelişme öyle mi olurdu, yerleşme öyle mi olurdu?

1980-1990 arasında başlangıçta askeri yönetim vardı: Dönemin ilk başbakanı, asker kökenli Bülent Ulusu idi. 1983’ten sonra Turgut Özal ve ANAP yönetimi geldi. Siyasal ortam böyle… Ekonomik duruma gelince dünyada küreselleşme almış başını gidiyor. Artık, sanayi çağının yerini iletişim çağının aldığını görüyoruz. Bilgisayar yavaş yavaş hayatımıza giriyor, önceleri dev gibi bilgisayarlar… İstanbul Teknik Üniversitesi’nde 1960’larda ilk kurulan bilgisayar laboratuvarını biliyorum; bir yerlere sığmayan kocaman bir makineydi. Kart delerek birtakım işlemler yapıyordu; saatler süren işlemlerdi onlar. Bugün o işlemleri cebinizdeki araçlarla rahatlıkla yapabilirsiniz. Devir değişti… Küreselleşmenin yaygınlaşması, beğenseniz de beğenmeseniz de zaten kaçınılamayan bir olguydu. Biz de o akıntıya kapıldık.

Yine 1980’lerde YÖK kuruldu. Şimdi unutmuş gibi görünüyoruz ama YÖK tam bir 12 Eylül dönemi kurumudur. Daha sonra belki işimize geldiği için ondan vazgeçmek istemedik; bugün gerçekten başımızın derdi halinde. Yine aynı dönemde İmar ve İskân Bakanlığı, Bayındırlık Bakanlığı içinde eritildi. Bence mimarlar kalelerini yitirmiş oldular her iki tarafta da, hem Bayındırlık Bakanlığı’nda, hem İmar ve İskân Bakanlığı’nda.

Boğaziçi Yasası 1983’te, bir tepki yasası olarak geldi. İstanbul’da 1984-1989 arasında Özal-Dalan imarı başladı: Haliç dümdüz edildi. Tarlabaşı Bulvarı açıldı. Evet, Haliç’in sağlıklı hale getirilmesi gerekiyordu, ama böyle mi yapılmalıydı?

Dar ve orta gelirli ailelere konut sağlamak üzere 1984’te kurulmuş olan Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi, 1990’da Kamu Ortaklığı ve Toplu Konut İdaresi şeklinde iki ayrı daire oldu, sonra TOKİ’ye dönüştü. Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi  kuruldu. Gökdelenleşme salgınının başlangıcı yine Dalan döneminin armağanlarındandır. Bedrettin Dalan’ın bir hayali vardı: İstanbul’u Hong Kong gibi yapmak istiyordu. Dalan’ın o işi yapmaya süresi yetmedi, ama onun bu hayalini 2000 sonrasında iktidara gelenler gerçekleştirmiş oldular. Küçük girişimciler elindeki yapsatçılık boyut değiştirdi: Kent toprağının ranta dönüştürülmesi ve bir bakıma yağma süreci başladı. İktidarın ve belediyelerin de destek ve katkılarıyla, büyük geliştiriciler ortaya çıktı. Tabii, mimarlar için,  işveren türü değişmeye başladı. Mimar daha önce yarışmalardan ya da kooperatiflerden, kısmen de yapsat düzeninden kaynaklanan işler yerine bu defa büyük geliştiricilerden iş almak konumuna geldi. Devlet ihaleleri kapsamında da bizim 1960’larda bile şikâyet ettiğimiz, müteahhide avan projelerle iş verilmesi, projenin arkadan gelmesinin beklenmesi yöntemi yeniden gelişmeye başladı.

1999’da Kocaeli ve Düzce depremleri oldu. O felaketlerin biraz olsun aklımızı başımıza getirmesi bekleniyordu. Pek olmadı. Zaman içinde yapılar büyümeye başladı, projeler çok büyüdü. Kentleşme devam ettikçe, büyük kentlerde nüfus patlaması oldukça yapılar büyüdü. Örneğin, İstanbullu olanlar hatırlayacaklardır, Beyoğlu’nda daha önce var olan tarihi küçük pasajlardan biraz daha büyükleri yapılmaya başladı. İşte Şişli’ye doğru Pilavcı Pasajı, Yılmaz Sanlı ve Yılmaz Tuncer’in yaptıkları Yılmazlar Pasajı gibi pasajlar… O pasajların yerini günümüzde AVM’ler almaya başladı. Sanayi gelişirken fabrikalar büyümeye ve çeşitli şehirlere yayılmaya başladı. Örneğin, Arçelik Fabrikası vaktiyle İstanbul’da yapılmıştı, ikincisi Eskişehir’e sıçradı. İstanbul’da 1960’lı yıllarda yapılan tesislerin bir bölümü Londra asfaltı (D100) üzerinde, bir bölümü de Büyükdere Caddesi üzerinde idi. Bunların çoğu, dumansız sanayi denilen, ilaç, kozmetik üretim tesisleri idi. Dar uzun parseller vardı oralarda, Ambarlı’da, Avcılar’da da aynı şeyi gördüm. Konuyu biraz araştırdım. Trakya’dan gelen göçmenlere verilmiş olan arsalardı bunlar. Çiftlik arsaları… Çiftlik bir çift öküzün bir gün içinde sürebileceği alandır. Dar ve çok uzun parseller. Bugün o parseller gökdelenlerin parsel düzeni haline getirilmiştir.

Bütün ülkede, bir de turistik yatırımlar ve ikinci konut furyası ile kıyı yağması oluştu.

Bize verilen konu 2001 sonrasını kapsamıyor, ama ona da biraz bakmakta yarar var.

2000’li yılların karakteristikleri, yeşilin yok edilmesi pahasına yoğun ve yüksek yapılaşmadır. Vaktiyle yaptığım ironik bir tanım vardı: “Yeşil, ileride üzerine gökdelen kondurulmak üzere saklanan arsadır” diyordum. O tanım da gerçekleşti. Bütün yeşil alanlar gökdelenlere ve AVM’lere dönüşmeye başladı. Tabii, gelişmeler sadece İstanbul’da, Ankara’da olmadı. Yapılar çok büyüdü zaman içinde. İşte biraz önce söylediğim küçük pasajların yerini bu defa büyük AVM’ler aldı, gökdelenleşme başladı. Havalimanları bile artık yetmez hale geldi. İstanbul’a Anadolu yakasında ikinci havalimanı yapıldı. Mimarı Sayın Doğan Tekeli burada. Şimdi üçüncüsü 150 milyon yolcu/yıl şeklinde düşünülüyor. Kuzeyde yapılacakmış, şehir kuzeye doğru geliştikçe başımıza daha neler gelecek bilmiyorum, ama 150 milyon yolcu kapasiteli bir havalimanı, tam kullanılmayan biri hariç, dünyada yok. (Galiba Katar’da var, ama işlemiyor.) Dünyadaki en büyüğü Atlanta… O da 95 milyon yolcu için. Dünyanın anlamlı rekoru bu… Biz onu geçeceğiz. Bildiğiniz gibi büyük adliye sarayları yapıyoruz, Avrupa’nın en büyük adliye sarayını Çağlayan’da yaptık, onunla yetinmedik, Kartal’da da dünyanın en büyük adliye sarayını…

Yapılar bu kadar büyüdüğü için uzmanlaşma gerekliliği, uzmanlıklar arası ortak çalışma gerekliliği ortaya çıktı. Vaktiyle büroların sayısı da ortak sayısı da sınırlıydı, zaman içinde rakamlar arttı. Bize vaktiyle öğretildiğine göre mimar, orkestra şefiydi. Hangi orkestranın şefiydi mimar, kimlerle çalışırdı? Statiker inşaat mühendisi vardı, tesisat mühendisi, elektrik mühendisi vardı. Ben o ekibi artık kuartet olarak tanımlıyorum. Orkestra şefliği söz konusuysa, bugün söz konusudur; bir paylaşım, ciddi bir işbirliği söz konusudur. Orkestranın şefi midir bilmiyorum ama mimar, artık geniş bir uzmanlar ekibinin içindedir: içmimar, peyzaj tasarımcısı ve çeşitli mühendislikler, onların yanısıra güvenlik danışmanı, yangın danışmanı, cephe uzmanı, akustik uzmanı, mutfak… Uzayıp gidiyor. Geniş bir ekip çalışması söz konusudur bugün. 2000’den sonra yapı denetimi konusu geldi 1999 depremi sonrası, ama o da maalesef kötü işliyor.

Ne var ki çarpık iş yaptırma düzeni yine yürürlükte. Kamu kurumları, ihale yasasını zorlayarak ya da dışına çıkarak işleri kendi korumalı mimarlarına aktarıyor. Bir yandan da yetersiz avan projelerle çok büyük işleri ihale yoluyla müteahhitlere veriyor. Müteahhit kendi mimarını seçiyor.

Özel kesimde ise, büyük girişimciler işleri kendi kurdukları mimarlık-mühendislik bürolarında kotarıyorlar. Bütün uygulamalar mimarlık meslek pratiği önündeki ciddi engeller. Tabii, sonuçları ülke mimarlığının kalite düzeyine yansıyor ve ülke mimarlığının gönümüzdeki kalite düzeyini belirliyor.

Birkaç satırbaşıyla bitirelim konuşmayı. 2005’te  Uluslararası Mimarlar Birliği (UIA) Kongresi İstanbul’da yapıldı ve bir bildiri yayımlandı. Özellikle kamu kesimi bundan hiç ders almamış görünüyor. Bugün, planlama yetkilerinde tam bir kargaşa yaşanıyor: Planlama yetkileri belediyelerin yanısıra çeşitli devlet kurumlarına da tanınmış durumda. Bütün ülkede TOKİ’nin egemenliği var. Daha sonra Bayındırlık ve İskân Bakanlığı yok edilerek Çevre ve Şehircilik Bakanlığı büyük yetkilerle kuruldu. Yerel yönetim yetkileri merkezi yönetime geçmiş durumda. Şimdi tam bir yetki kargaşası ve kent toprağı yağması var.

Bir yandan da mimarlık okulları enflasyonu…  Bilmiyorum, son birkaç gün içinde yenisi açılmadıysa 82 mimarlık okulu var şu anda. Bugün Necip Mutlu’nun konuşmasından, Odaya kayıtlı 43.500 mimar olduğunu öğrendik, ki memur mimarların pek çoğu odaya kayıtlı değildir. 12 Eylül 1980 ihtilalinden sonra odaları cezalandırmak için o zorunluluk kaldırılmıştı. Bugünkü iktidar da yine odaları cezalandırmak istiyor.

Ülkenin Mimarlık Politikası yok; kamu, mimarlık adına bilinçsizce, istediğini yapıyor. Üstelik bazı mimarlar da emir kulu gibi merkezi yönetimin emirlerini, buyruğunu yerine getiriyorlar. İşte birtakım garip camiler, adliye sarayı denilen birtakım garip binalar yapılıyor, Ahmet Haşim vaktiyle yapılan bu tür yapılara, mürteci mimari (gerici mimari) diyordu. Evet, garip ama böyle… 21. yüzyılda mürteci mimari üretiyoruz. Dünkü Cumhuriyet’te benim bu konuya dikkat çeken bir yazım vardı. Ankara’da kent kapıları yapılıyor… Hepsi ibretlik, böyle bir şey olamaz. Bir mimar olarak buna isyan ediyorum. Demek ki ülkemizin bir Mimarlık Politikası’na bir an önce ihtiyacı var. Gelişmiş ülkelerin mimarlık politikaları veya mimarlık yasaları var. Bizim Mimarlık ve Mühendislik Yasamız 1938 yılından kalma ve sadece yetkileri belirliyor. Bunu odanın ve meslek kuruluşlarımızın kesinlikle bir an önce hazırlayıp, üniversitelerle paylaşarak ilan etmeleri gerekiyor. Bir an önce yapılması gereken bu.

Başka bazı konulara da yalnızca başlıklarıyla değinelim. Yabancı mimarlar at koşturur duruma geldiler. Koruma kurulları yozlaştırıldı, tarihsel mirasımız yok ediliyor.  Denetimsiz, özel izinlere dayalı yüksek ve yoğun yapılaşma almış başını gidiyor.  Kentsel dönüşüm rantsal dönüşüme dönüştü. HES’ler, nükleer santral girişimleri, çılgın projeler, çevrenin ve yeşilin yok edilmesi sürüp gidiyor. Kamu İhale Yasası son 11 yılda 38 kez değiştirildi. O da zaten uyulsa da olur, uyulmasa da olur şeklinde…

Hepinize saygılar sunarım, teşekkür ederim.

Baysal-Birsel Rasyonalizmi Cizelgesi1