Bir Sis Çanı: Demirtaş Ceyhun Kaynak : 01.10.2009 - Bilim ve Ütopya Dergisi | Yazdır

Edebiyatçı, yazar, araştırmacı, düşünür, mimar… Arkadaş canlısı, dost, mert insan… Demirtaş Ceyhun.

Mimarlığı bırakıp yazar olmaya karar verdiği dönemde beraberdik. Zor ve önemli bir karardı kendisi için, çünkü yazar olarak daha yolun çok başındaydı. Büyük bir cesaret örneğiydi yaptığı… Biraz gerilere, o günlere gidelim.

Yıl 1966… Mimarlar Odası İstanbul Şubesi’nde Sekreter Üye olduğum dönem. Bazı mimarlar Oda dışında bir grup oluşturmuşlardı: Toplumcu Mimarlar Fikir Kulübü. Kulübün resmi bir yanı yoktu; bir düşünce platformu gibiydi. Söylemleri o dönemin Mimarlar Odası yönetimininkinden farklıydı. Aralarında sesi en çok çıkan da Demirtaş Ceyhun’du. Düşündüklerini gazetelere de yazıyordu. İlkin, yazdıklarıyla tanıdım Demirtaş Ceyhun’u.

27 Mayıs 1960’ın ardından özgürlükçü yeni bir anayasa gelmiş ve özü karma ekonomiye dayanan planlı bir kalkınma modeli benimsenmişti. Bu ortamda Mimarlar Odası’nın konuları üç ana başlık altında toplanıyordu: Genel Yerleşme Sorunu, Teknik Eleman Gücünün Organizasyonu ve İnşaat Sektörü’nün sorunları.

Oda’nın o günlerde kullandığı slogan “Mimarlar Odası Toplum Hizmetinde” idi. Zarfların üzerine vurulan pul damgalarında bile bu vardı. Ancak Oda’nın bu çalışmaları Toplumcu Mimarlar Fikir Kulübü üyelerini tatmin etmiyordu. Onlar işe, sosyalizm doğrultusunda bir yaklaşımla, öncelikle ülke yönetim biçiminin değiştirilmesinden başlanması gerektiğini düşünüyorlar ve Oda’nın ülke düzeyinde o doğrultuda politikalar üretmesini istiyorlardı. Onlara göre, meslek politikalarının yerini ülke politikaları almalıydı.

1967 başında benim sekreter üyelik görevim sona erdi; Demirtaş Ceyhun, Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Sekreteri seçildi ve üç yıl o görevde kaldı. Şube sekreterliğim sırasında bir yandan da MİMARLIK dergisinin yayınıyla görevlendirilmiştim. O süre içinde Demirtaş’la hep birlikte olduk. Her konuda aynı görüşte olmasak da dürüstçe, dostça, kardeşçe… Sürekli olarak Oda’daydık. O kadar ki, “biri Demirtaş, öteki Demirbaş” diye anılır olmuştuk şaka yollu… 1969 Ekiminde bir kez daha halef selef olacaktık: Askere giderken dergideki görevimi kendisine devrettim. Demirtaş derginin yayınını iki yıl başarıyla sürdürdü.

Demirtaş, şube ve merkez yönetim kurullarındaki görevleri sırasında ülke gündemine oturan iki konu üzerinde ciddi bir savaşım verdi: birincisi Boğaziçi Köprüsü, ikincisi Özel Yüksekokullar.

Özel yüksekokullar tam bir ticarethane anlayışıyla kurulmuştu. Aralarında otel yapılmak üzere alınan turizm kredisiyle kurulmuş olanlar bile vardı. Eksik kadrolarla, uygunsuz mekânlarda gece-gündüz demeden düzeysiz, sözümona bir eğitim etkinliği sürdürüyorlardı. Bunlara ilişkin olarak, “Denize nâzır, diploma hazır”, o günlerin yaygın deyişiydi. Mimarlar Odası ile İnşaat Mühendisleri Odası’nın Anayasa Mahkemesi’ne götürdükleri davalar sonucunda bu okulların bir bölümü kapatıldı, kalanı devletleştirildi. Verilen savaşımda Mimarlar Odası’nda Demirtaş Ceyhun, İnşaat Mühendisleri Odası’nda İzzettin Silier başı çekiyordu.

Mimarlar Odası Boğaz Köprüsüne karşıydı: Köprünün toplu taşımacılık yerine özel taşıtlara hizmet edecek olması ve şehrin nüfus ve yerleşme dengesini altüst edeceği kuşkuları karşı çıkmanın ana gerekçeleriydi. Girişim, köprüler tuzağının başlangıcı olurdu ve şehir istenmeyen, başıboş bir şekilde büyüyüp giderdi. Oda, Boğaz geçişi için daha akılcı çözüm seçenekleri aranması gerektiğini vurguluyordu. Amaç temelde, köprünün yapılmasını engellemek değildi. Bir geçiş nasıl olsa yapılacaktı, demiryolu ve kara taşımacılığını birlikte içeren başka seçenekler söz konusu olabilirdi. Ayrıca, yapılacak geçiş ne olursa olsun, metropoliten planlama ilkelerine, hazırlanacak nâzım plana, bölgenin ve şehrin ulaşım ağı kararlarına uygun olmalıydı. (Oda’nın kaygıları bugünkü 3. köprü tartışmalarıyla bir kez daha doğrulanmış bulunuyor.)

Demirtaş, köprü konusuna öylesine kendini vermişti ki bir ara bütün işini gücünü bırakıp, üniversite öğrencilerinin Boğaz Köprüsü’ne tepki olarak başlattıkları Zap Suyu Köprüsü yapımına destek vermek üzere Güneydoğu’ya, Zap’a koşacaktı.

Askerlik dönüşü Demirtaş’la yeniden buluştuk. Bu kez Yapı-Endüstri Merkezi’nde… Mart 1973’te Merkezin Harbiye’deki daimi yapı malzemesi sergisinin bir vitrinini ve arkasındaki bölümü, kitabevi için Demirtaş’a tahsis ettik. Kısa bir süre sonra Yapı-Endüstri Merkezi Kitabevi ünlü sanatçıların, yazar-çizerlerin uğrak yeri haline gelmiş hattâ o günlerin moda deyişiyle; “Demirtaş’ın yeri” şeklinde anılır olmuştu. Müdavimler arasında Aziz Nesin, Vedat Türkali, Hilmi Yavuz, Nevzat Üstün, Nuri İyem, Nuri Ergün, Yurdaer Altıntaş’ı anımsıyorum. Aynı yıl Temmuz ayında Demirtaş’ın da yüreklendirmesiyle Yapı dergisinin ilk sayısını çıkardık. Demirtaş derginin Danışma Kurulu üyesiydi. Ayrıca, konferans salonunda kitabevi etkinliği olarak hiç yorulmadan haftalık edebiyat toplantıları ve imza günleri düzenliyordu. Konuşmacılar arasında Fazıl Hüsnü Dağlarca, Aziz Nesin, Behçet Necatigil, Necati Cumalı, Yaşar Kemal, Haldun Taner, Tahir Alangu, Rauf Mutluay, Füruzan gibi ünlü edebiyatçılar vardı.

Demirtaş edebiyat dünyasıyla bu denli içice olmanın verdiği güvenle bir Yazarlar Sendikası kurma fikrini o ortamda gündeme getirdi. Sonuçta, Yazarlar Sendikası, Demirtaş’ın o günlerdeki çabalarının ürünü olarak doğdu. Sendikada genel sekreterlik ve ikinci başkanlık görevlerini üstlendi. Başkan, sonradan hakkında kitaplar yazacağı Aziz Nesin olacaktı. Yine o günlerde Tarık Dursun K’nın da katılımıyla üçümüz bir yayınevi kurmayı, işe Nobel ödüllü kitaplardan başlamayı düşündük; ne var ki ödülün kitaba değil de yazara verildiğini öğrenince işin boyumuzu aşacağı kaygısıyla girişimden vazgeçtik.

Artık Mimarlar Odası’ndaki görevleri bitmişti. Nedenini tam olarak anımsayamıyorum. Belki de biraz küskünlükle Oda’dan istifa etti: Bu istifa onun yalnızca Oda’dan değil, pratikte mimarlık mesleğinden de kopuşuydu. Yine o dönemde kitabevini de, bütün canlı etkinliklere karşın parasal getirisi asgari beklentileri bile karşılamadığı için kapatmak zorunda kaldı. Demirtaş “artık yalnızca yazıyla, edebiyatla uğraşacağım” diyordu. Aslında bu kararı biraz da gemileri yakmak gibiydi… Dediğini yaptı; kendisini yalnızca edebiyata, düşünmeye, araştırmaya, yazmaya verdi. Seçtiği yolda yalpalamadan yürüdü. Bütün güçlüklere göğüs gererek… Öyküler, romanlar, toplumsal ve siyasal deneme ve inceleme kitapları yayımladı; ödüller kazandı.

1977 yılında Vedat Dalokay’ın sahibi olduğu Politika gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yaptıktan sonra, 15 günde bir yayımlanan Edebiyat Cephesi adlı dergiyi çıkardı; Vatan gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Kendi kitaplarını yayımlamak üzere kurduğu Sis Çanı yayınevinden çıkardığı kitaplar birbirini izledi.

Hiç bıkmadan sürdürdüğü bir etkinliği daha vardı: ülke sorunları ve politika… “Tam bağımsızlık” tutkusundan hiç ödün vermedi. Politikanın pratiğine dalmadı, ancak düşünce ortamından da  hiç kopmadı. Amatör politikacı kimliğiyle TİP’ten milletvekili adayı, İşçi Partisi’nden belediye başkanı adayı oldu. Tabii hep gözdesi Adana’dan… Seçilemediyse de geride, seçim kampanyası sırasındaki çalışkan çabalarının anıları ve dostlarına aktardığı esprili öyküleri kaldı.

Yazarlar Sendikası günlerinde yaşanan bir olayı, Demirtaş’ın kişiliğini, bağımsızlık anlayışını, çizgisini ve dik duruşunu ortaya koyması bakımından aktarmak isterim. ABD’li yazar Arthur Miller İstanbul’dadır. Bir gün Yazarlar Sendikası’nın konuğu olarak hep birlikte Yeniköy iskelesinin yanındaki lokantaya giderler. Arthur Miller yemek sırasında Türkiye’ye ilişkin bazı görüşlerini eleştiri dozunda dile getirmeye kalkar. Demirtaş’ın karşılığı ilginçtir: “Bakın Sayın Miller… Deminden beri şu iskeleye yanaşıp ayrılan motorları, inip binen yolcuları görüyorsunuz. Şu kalkan motora bakın… Biz Avrupa’dayız; onlar on dakika sonra karşıda, Asya’da olacaklar. Biz, Avrupa ve Asya arasında mekik dokuyan bir toplumuz. On dakika içinde Asyalı ya da Avrupalı oluveririz. Sizin Türkiye’yi anlamanız kolay değildir.

Demirtaş son zamanlarda her hafta Aydınlık dergisindeki sütununda, zaman zaman da Cumhuriyet’te yazıyordu; Ulusal Kanal’da da haftalık bir TV edebiyat programı vardı. Aydınlık’taki son yazısı Melih Cevdet’in Telgrafhane adlı şiirindeki,

“Düzelmeden memleketin hali

Uyumayacaksın

Bir sis çanı gibi gecenin içinde

Ta gün ışıyıncaya kadar

Vakur metin sade

Çalacaksın”

dizeleriyle başlıyor ve Türkiye’de aydın kavramının sil baştan irdelenmesi gerektiğini “Güneydeki mayınlar” bağlamında tartışıyordu. Yazının sonunda bir veda notu vardı:

Sevgili dostlar, bir süre için tatile çıkacağım, sizlerden izin istiyorum. Yeniden buluşuncaya kadar hoşçakalın.” Yazının başlığı ise, “Sis Çanı Çalıyor!..”du.

Demirtaş, Teşvikiye Camisi’nden alkışlarla uğurlandı. Cenazesinde, alışageldiğimiz  Müslüman kokteyli görüntüleri yoktu; hüzün vardı.

Kaybından sonra hakkında çok şey yazıldı, çok şey söylendi: Edebiyatçılığı, yazarlığı vurgulandı; vurguda mimarlığı çok gerilerde kaldı. Oysa kararlılıkla seçtiği yolda önündeki en büyük engel yazın dünyasının kendisini kabul sürecindeki olumsuzluğuydu. Uzun süre, “O yazar değil ki, mimar” diye dışlanmaya çalışılmıştı. Bu kez, anılmasını istediği gibi, “edebiyatçı, yazar, düşünür” olarak anılıyordu. Mimarlığı gerilerde bıraksa da mimarlık örgütlenmesinin bir döneminde bıraktığı izler unutulmadı ve çizdiği bilinçli ve onurlu yaşam çizgisiyle mimarlığın da yüzakı oldu hep. Onun yaşam çizgisinde ortaya koyduğu kararlılık örneği, gençler için bir “Sis Çanı” olacak.