Bülent Özer Anısına Kaynak : 01.07.2017 - Yapı Dergisi - 428 Yasemin Keskin Enginöz | Yazdır

Prof. Dr. BÜLENT ÖZER, 1933-2016

YASEMİN K. ENGİNÖZ: Bülent Özer’in tanıştığı ilk günden son gününe dek hergün konuştuğu Doğan Hasol’a sözü vermek istiyorum.

DOĞAN HASOL: Bizim Bülent ile ilk buluşmamız “Mimarlık ve Sanat” dergisi kapsamında oldu. Tavsiye eden de biraz önce, Yılmaz’ın söz ettiği Orhan Akyürek idi. Ben opera inşaatında (AKM) staj yaparken tanışmıştım Orhan’la. Ben son sınıf öğrenciydim. Orhan benden bahsetmiş Bülent’e, birlikte çalışmayı teklif ettiler ve derhal kabul ettim. Edilmeyecek bir şey değildi. Onlar Mimarlık ve Sanat dergisinin ilk sayısını çıkarmışlardı. İkinci sayıdan itibaren devreye girdim. Ondan sonra da derginin askeri gibi sonuna kadar çalıştım. Mezun olacağım sırada Bülent’in bana çok büyük etkisi olmuştur. Şöyle ki: Ben küçük bir büro kurup orada mimarlık yapmaya çalışacaktım. Bülent, “Kesinlikle olmaz” dedi. “Senin yapın buna uygun değil, üniversiteye girmen lazım”. Gitti, hocalarla görüştü, onun pazarlıklarını yaptı. Benim daha mezun olmadan zaten asistan olacağım kesinleşmişti Bülent’in sayesinde. Nitekim okulu bitirir bitirmez asistan oldum; üniversitede kaldım.

Bülent için söylenebilecek en önemli nokta, çok iyi yetişmiş olduğudur. Daha ilkokul öncesinde ya da ilkokul sırasında Fransızcayı öğrenmişti bir mürebbiyeden. Saint Joseph’te onu pekiştirmişti. Yaptığı işi çok iyi yapan bir tutumu vardı. Anlayışı hep öyleydi. Bir konuya girdiği zaman onu en iyisini yapmak gibi bir çabası vardı. Fransızcanın yanısıra daha sonra -sanırım üniversite yıllarında- Almanca’ya başlamış. “L’Allemand Sans Peine” diye Fransızca bir kitap vardı; onu hatmetmiş diyelim. Mükemmel Almanca öğrenmişti. Nitekim biz Mimarlık ve Sanat dergisini çıkarırken bu sayede ön tarafa üç dilde özet koyabiliyorduk.

Dergiden önce doktorasından bahsedeyim. O zamana kadar üniversitelerde öğretim elemanlarının doktora yapma zorunluluğu yoktu fakat yeni bir yasayla, asistanlığın ötesinde unvan almak için doktora yapmak zorunluluğu getirildi. Bizim hocalarımızın da doktorası yoktu. Bazı hocalar “ben doktora yapmadım ki size nasıl yaptıracağım” derlerdi. O arada Bülent hiç kimseden yardım almadan doktorasını tamamladı ve üniversitenin klasik yayınlarının dışındaki bir formatta basılmasını sağladı.

Konuya bakışı farklıydı: Mimarlık daha önce kalıplar halinde ele alınırdı. Mimarlık tarihi de öyle kalıplar içinde anlatılırdı. “Gotik nedir, Romanesk nedir” gibi… O devirde öyle anlatılıyor. Bunun felsefi, toplumsal, siyasal boyutu üzerinde kimse durmazdı. O tarihten önceki mimarlık kitaplarına bakarsanız zaten onlarda çok açık, çarpıcı bir şekilde görürsünüz bunu. Bülent bunun felsefi boyutunu, toplumsal boyutunu, ekonomik boyutunu, siyasal boyutunu, Hattâ teknolojiyi de işin içine katmak suretiyle sentez olarak ortaya koyan ilk insandır Türkiye’de. Bence mimarlık tarihindeki önemli yeri budur. Mimarlık Tarihi’ne farklı bir şekilde bakmıştır; bu da doktorasına çok iyi bir şekilde yansımıştır. Daha sonra eğitimciliğinde de aynı yolu izleyecektir.

1964’te İTÜ’de doktorası bitti. Bu tarihte hâlâ asistandı, doktor asistan olmuştu. Doçent olması için en az dört yıl gibi bir süre daha beklemesi gerekiyordu. 1964’ün sonunda Bülent’e Akademi’den bir öneri geldi. “Hoca olarak gelir misin” diye Akademi’ye davet ettiler, Akademinin her an yasasının da çıkması bekleniyordu zaten, kabul etti. Onu kabul etmesinin bence en önemli nedenlerinden biri de şuydu: Mimarlığı da sanat dallarından biri olarak kabul ettiğiniz zaman sanatlar sentezi burada vardı Akademi’de. En iyi üretildiği yer, en iyi beslendiği yer Akademi’ydi. Teknik Üniversitedeki görevinden ayrıldı, Akademi’ye geçti ve Akademi’de çok iyi karşılandı.

O zamana kadar Akademi’de hocalar için sürekli çalışma diye bir zorunluluk yoktu. Hoca gelir dersini verir, atölyede işi varsa çalışır, yoksa çıkar giderdi. Böyle bir düzen Akademi’de; oysa Teknik Üniversite’de sürekli 9-18 mesaisi söz konusuydu. O çalışma disiplinin buraya Bülent ile geldiğini düşünüyorum. Ders konusuna gelince, derslerini âdeta konferans verir gibi vermeye başlamıştı. Buradaki eski konferans salonunu kullanıyordu; yoklama söz

konusu değildi, ama ben biliyorum ki derslerine bütün bölümlerden öğrenciler katılmaktaydı. Çünkü her konuyu bir sanat felsefesi ve bütünlüğü şeklinde ele alıyordu. Bütün diğer dalları da etkileyecek şekilde derslerini veriyordu. Onun için izleyicisi çok oluyordu. Ayla ve Gündüz daha iyi bilecektir. Hattâ o öğrencilerden biri de Filiz’dir.

FİLİZ ÖZER: Doğru…

DOĞAN HASOL: O sırada yabancı ülkelere de gelir gider oldu, yabancı hocaları tanıdı. Profesör Walter Frodl gelmişti, onun derslerinin çevirilerini yaptı. Daha sonra dönemin önemli mimarlık tarihçileri geldiler: Profesör Hans Koepf, Profesör Jürgen Joedicke… Ağırlıklı olarak Alman kökenli kişiler… Bir de İtalya’dan Bruno Zevi geldi o tarihte. Hattâ Bruno Zevi’ye bu kurum fahri doktorluk unvanı vermiştir. Sanıyorum Bülent’in bunda etkisi olmuştur, önemli bir payı vardır. Yabancı profesörlerle ilişkileri kendisinin de yurtdışına açılmasına yol açtı. Orada da yazılar yazdı, konferanslar verdi. Dolayısıyla kendisini oralarda da tanıtmış oldu. Bütün çabası sanatların bütünleşmesi doğrultusundaydı.

Biz, Mimarlık ve Sanat dergisini çıkardığımız zaman bir tek Arkitekt dergisi vardı. O da düzenli aralıklarla çıkmıyordu. Bir tek Zeki Bey çalışıyordu; bir de ona dergi dağıtım işlerinde yardım eden Rum bir hanım vardı; satışıyla, abonelerle ilgileniyordu. Dergi bir hayli zor çıkıyordu; ayrıca dönemin bir hayli gerisinde kalmış durumdaydı. Bülent, Mimarlık ve Sanat girişiminden önce gitmiş Zeki Sayar ile konuşmuş. Zeki Bey, Bülent’in amca dediği bir insandı. Bülent Zeki Bey’e “ben dergiye yardım edeyim” demiş, ama düşüncelerini açıklayınca, yani “çağdaş mimarlığı savunalım, şunu yapalım, bunu yapalım” deyince Zeki Bey’in işine gelmemiş. Biz Mimarlık ve Sanat’ı 10 sayı çıkarabildik; sonra nefesimiz tükendi. Tümüyle amatörce yürütülen bir çalışmaydı. Aldığımız reklamlar finansmana yetmedi. Yılmaz’ın söylediği gibi ne vergi tabelamız var ne de kurumsal niteliğimiz. Reklamlara nasıl fatura keseceğiz, ne yapacağız o bile belli değil.

O tarihte Oda’nın yayını Mimarlık dergisinin Hulusi Güngör’ün çabalarıyla birkaç sayısı çıkmıştı. Biz dergiyi kapatınca, bizi hazır bir ekip halinde buldular. Bülent’le beni, Mimarlık dergisinde yayın uzmanı olarak görevlendirdiler. Erol Kulaksızoğlu da genel sekreterdi; o da zaten asistandı. İş, bir süre öyle gitti. Daha sonra Erol’un görevini ben devraldım. Benim yerime de Nihat Toydemir yayın uzmanı olarak katıldı. Böylece, Mimarlık dergisi İstanbul Teknik Üniversitesi’ndeki asistanların çabasıyla çıkmaya başladı. 60 sayısında benim katkım vardır. Bülent’in çok önemli katkıları vardır; özellikle yazılarıyla derginin başka bir düzeye gelmesini sağlamıştır.

1968’de biz Yapı-Endüstri Merkezi’ni kurduk. Yine anca beraber kanca beraber, Yılmaz ve Bülent… Bizim ekip Yapı-Endüstri Merkezi kuruluşunda ön plandaydı. Teklif ettiğimiz arkadaşlarımdan kabul edenler de kuruluşa katıldılar.

Yayıncılık içimizde var. Askerliğimin ardından 1972’de Yapı-Endüstri Merkezi’ne geri döndüm. 1973 bir atılım yılı oldu, Yapı Endüstri Merkezi için. Yayınları başlattık. Bir numaralı yayınımız, Bülent Özer’in Bakışlar adlı kitabı oldu. Sonra öteki kitapları da geldi. Demirtaş Ceyhun ile birlikte YEM Kitabevi’ni kurduk. Yine o kapsamda Yapı Kataloğu’nu çıkarmaya başladık. Peşinden de asıl yapacağımız şey gündeme geldi. İçimizde kalmıştı zaten kendi dergimizi yapmak. Mimarlık ve Sanat ömrünü sürdürememişti; YAPI Dergisi eski kare formuyla âdeta Mimarlık ve Sanat’ın devamı şeklinde oldu. Orada sonuçlandıramadığımız, yapamadığımız şeyleri bu tarafta yapmaya çalıştık. Uzun zaman YAPI Dergisi’ne ciddi katkıları oldu Bülent’in. Benim Yapı-Endüstri Merkezi’nden ayrılmama kadar sürdü onun da YAPI Dergisi’yle ilişkisi.

Bülent’in yaşamındaki kırılma noktası kardeşi Argun’un erken kaybıdır. O olay, Bülent’i çok derinden sarstı. Argun, Berlin’de başkonsolostu. Bir tatilde İstanbul’a geldi, birtakım şikâyetleri vardı. O şikâyetleri bize anlattı, ondan üç ay sonra da kendisini kaybettik. Bülent’in yaşamında çok büyük bir şok oldu bu. Ondan sonra “niçin yaşıyoruz, niçin çalışıyoruz?” demeye başladı. Buna karşılık, sanıyorum son zamanına kadar okulla ilişkisini hiç kesmedi, derslerini gücünün yettiği kadar sürdürdü. Şunu söyleyebiliriz: “Argun’un kaybı Bülent’in yaşam heyecanını azalttı”. Bülent çok ciddi görünürdü, çok şık giyinirdi ama çok muzipti. Hiç beklemediğiniz şeyler yapar, taklitler yapardı; Yılmaz onları gayet güzel anlattı; böyle bir insandı. Kardeşinin kaybından sonra biraz içine kapalı hale geldi. Yokluğuna hâlâ alışamadım. Bazı akşamlar elim hâlâ telefona gidiyor, Bülent’i aramak için.