İzocam Diyalog – Duayenlerle Sohbet | Kaynak : 18.12.2017 - İzocam Diyalog | Eylül-Kasım 2017 | Yazdır |
Son yıllarda inşaat sektörü diğer sektörlerin üzerinde bir büyüme gösteriyor. Bir mimar gözüyle siz bu gelişimi nasıl değerlendiriyorsunuz? İnşaatı ekonominin lokomotifi olarak kabul eden bir anlayış var. O anlayışın ne kadar yararlı olduğu ya da olacağı, ekonomistlerin konusu. Biz mimari açıdan bakalım: Hem iyi, hem kötü durumlar var. İyi olan taraf, iş alanının genişlemesi. Ancak kötü olan taraf, kentsel tasarım ve kentsel planlamanın tümüyle göz ardı edilmesi. Şehirlerin geldiği durum ortada. Yapılan binalar içinde çok değerli mimari örnekler var ama kargaşa içinde kaybolup gider durumdalar. Bir de “çevresiyle barışık olmayan yapılar” var. Mimari değeri ne olursa olsun bir bina çevresiyle barışık değilse, bu çok kötü bir durum. Bir başka sorun da şehirlerin anormal büyümesi, nüfusun şehirlerde anormal olarak yoğunlaşması. Bütün büyük şehirlerimiz bundan payını alıyor ve bu, şehirlerin mimarisine de yansıyor, genellikle de kötü yansıyor. Çünkü kararların birçoğu bilimsel şehircilik ilkelerine göre değil, parsel bazında alınıyor. Ondan sonra soruyorlar: “Türkiye’de mimarlık var mı ki?” Olacak şey değil. Tabii ki var ama önce şehircilik var mı diye sormak lazım. Şehirlerin bu kadar kalabalıklaşması doğru mu? Örneğin İstanbul’un 20 milyona yaklaşan bir nüfusu var. İstanbul’a mega kent diyorlar ama ben “azman kent” diyorum; yani ölçü dışı, beklenmeyen boyutlara gelmiş bir kentten bahsediyoruz. Çevre değerleri, tarihi değerler, kentsel kimlik kayboluyor. O bakımdan öncelikle şehirlerin nüfusunun kontrol altına alınması gerekir. Bu, zorlamalarla olmaz, bilimsel çözümlerle bunu yapabilirsiniz. Başka cazibe merkezleri yaratırsınız. Önemli olan insanları bulundukları yerde mutlu etmektir. Yapıların kalitesi açısından bir başka talihsiz konu daha var: Eskiden proje işi mimara verilirdi. İş, mimar eliyle başlatılırdı; şimdi müteahhit eliyle başlatılıyor. Müteahhit o işten azami kârı sağlamak kaygısını taşır. Oysa mimar, eser vermek kaygısıyla davranır. Özetleyecek olursak, inşaat sektörü rakamsal olarak çok hızlı gelişiyor ama nitelik olarak aynı durumda değil maalesef. Bu gelişim içinde yalıtım sektörünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Bugün artık dünyada çevre konusu çok ön plana çıkmış durumda. Enerji tüketiminin en aza indirilmesi önemli. Hattâ enerjisini kendi üreten yapılar isteniyor. Bütün bunlar planlama işi. Planlamak, geleceği tasarlamaktır. Her işe bir planla başlamak gerekir. Çevresel değerlerin korunmasını gözetecek, kentin kimliğini kaybettirmeyecek planlar yapılması gerekir. Ondan sonra da binaların tek tek çevresel değerlere saygılı olacak şekilde tasarlanması gelir. Enerjiyi en iyi şekilde kullanabilecek yapıların yapılması önemli. Yalıtım bunun içinde çok önemli bir yere sahip. Bu konuda bazı yönetmelikler yapıldı ama halen yeterli olduğunu düşünmüyorum. Binalara mantolama yapılıyor ama çoğu kez yeterli değil. Yurtdışında, örneğin Almanya’da, yalıtım kalınlıkları bizdekine göre çok fazla. Bütün bunlar hesap kitap meselesidir. İşin tabii bir de parasal boyutu var ama yalıtıma başlangıçta harcadığınız parayı zaten çok kısa bir zamanda geri alıyorsunuz. Yalıtım yapmak, uzun sürede size büyük bir getiri sağlıyor. Tabii yap-sat sisteminde binayı yapan, ilerisini düşünmüyor. Bütün bunların denetim altına alınması lazım. Bina, her şeyden önce bilgiyle yapılır. 1999 depreminden sonra herkes “Hırsız müteahhit, çimentodan, demirden çalmış” dedi. Ben o tarihlerde hep “Çalınan çimento veya demir değildir, çalınan bilgidir” dedim. O binalar bilgi eksikliğinden, mimarlık ve mühendislik hizmetlerinin tam olarak alınmamasından dolayı çökmüştür. Bu kadar büyük hasar ancak bilgiden çalmakla olur. Eğitim çok önemli. Meslek eğitiminde de birtakım sakatlıklarımız var. Eğitim demişken ben, bilinçlenmeden de bahsetmek istiyorum. Mimari açıdan bilinç düzeyini nasıl buluyorsunuz? Mimarlık diğer sanatlardan farklı. Ressam, tuvali önüne koyar, fırçasını alır ve kendi istediğince resmini tasarlar. Ama mimarlığın bileşenleri çok fazla. Önce toplum var. Toplum iyi mimarlığı istiyor mu? Buradan başlamak gerekiyor. Türkiye’de insanlarımız Mimar Sinan’ı biliyorlar ama ne yaptı derseniz onun pek farkında olan yok. Dolayısıyla toplumun mimarlığı benimsemesi ve sahiplenmesi lazım. Aslında iyi mimarlık, binaların değer kazanmasına neden oluyor. Bizim toplumumuz şunun pek farkında değil: Yaşadığı her mekân, mimari mekândır. İçinde bulunduğumuz bu oda da, okul da, sokak da mimari mekân. Sokak da kentsel mekânın, mimarlığın bir parçası. Kısacası, biz, denizde yaşayıp denizi bilmeyen balıklar gibiyiz. Genellemek doğru olmayabilir ama büyük ölçüde durum böyle. Örneğin Avrupa’da bazı binaları yaparken mahallelinin fikrini soruyorlar. O noktaya kadar gitmemize olanak yok ama belediyelerimizin kentsel planlama ve kentsel tasarıma değer vermesi gerekiyor. Peki, yalıtım konusunda bilinçlenme ne düzeyde sizce? Yalıtım, Türkiye için oldukça yeni. Biz 1968’de |
yap-sat dönemiydi. Dolayısıyla bu malzemenin kullanımında mimarlar, mühendisler biraz ayak sürümüştü. İzocam’ın akıllıca bir TV reklamı oldu, onu hep anarım, örnek diye de söylerim. İzocam teknolojik bir malzemedir. Teknolojik bir malzemeyi reklamla halka indirmeyi becerdiler. Televizyon reklamında bir kadın, apartman görevlisine “Yak şu kaloriferi, donuyoruz” diye bağırıyordu, başka bir adam da “Söndür şu kaloriferi, yanıyoruz” diye. Sonra “İzocam kullandım rahat ettim” söylemi geliyordu. Kontrastı ortaya koydular. Bu reklam tersine bir mekanizma işletti. Ve halk, mimarlara baskı yapar duruma geldi: “İzocam diye bir malzeme çıkmış, bunu niye kullanmıyorsunuz?”. Ondan sonra doğru kullanım, doğru malzemeler konusu başladı. Malzeme alanı üretim ve çeşit olarak iyice gelişti.
Bugün Türkiye, yapı malzemesi üretimi konusunda gerçekten gurur duyulacak bir düzeyde. Vaktiyle bu durumda değildik. Örneğin, 1960’lı yıllarda Türkiye’de sadece 15×15 beyaz fayans üretiliyordu. Renkli fayansı ithal etmek zorunda kalırdınız. Böylesine bir malzeme darlığı vardı. İthalat da sıkıntılıydı. Zaman içerisinde ciddi bir gelişme yaşandı. Teknoloji çok ileri gitti. Yapı malzemesi üretimi çok iyi gelişti. Çeşit ve kapasiteler bakımından çok iyi bir duruma ulaştık. Şu anda yurtdışında bile üretim yapan fabrikalarımız var. Bununla herkes gurur duymalıdır diye düşünüyorum. İzocam, halkın bilinçlenmesinde rol oynadı ama profesyonellerin bilinçlenmesi ne durumda sizce? Yalıtımın mesleki eğitimde yeri var mı? Elbette her şeyin eğitimde yeri var ama öncelikle şunu belirtmek lazım: Biz mimarlık eğitimini yeterli düzeye getiremedik Türkiye’de. Avrupa’da iki değişik uygulama var. 3+2 yıllık ve 4+1 yıllık mimarlık eğitimi söz konusu. Örneğin İtalya’da 3+2 yıl okunuyor. 3. yıl sonunda küçük yetkiler veriliyor ama mimarlık diploması alabilmeleri için iki yıl daha okumaları gerekiyor. Bu alınan diploma da yeterli değil. Sonra mesleki yetkinlik konusu devreye giriyor ve birtakım mesleki sınav ve stajlardan geçmeleri gerekiyor. Türkiye ne yazık ki sayılarla övünen bir ülke haline geldi, oysa nitelikle övünmek gerekir. Üniversitelerimizin sayısıyla övünüyoruz. 2016 yılında eğitime başlamış olan 93 Mimarlık Okulu vardı. Bu sayı Fransa’da 22’dir. Devlet ve vakıf üniversiteleri peşi peşine açılıyor, ki bunların bazıları kâra dönüktür. Eğitim ve sağlıkta kâr olmaz. Bu ilkeyi benimsemek gerekir. Mimarlık için büyük bir istek var. Mimarlık bölümlerinin açılması da kolay. Ama hocası var mı? Bazı üniversiteler son derece yetersiz kadrolarla çalışıyorlar. Bu süreç nitelikli mimarlığı engelleyen bir durumdur. Bizde 4 yıllık bir okuldan mezun olan mimar, yarın gökdelen dikebilir. Bütün yetkilerle donatılmış olarak çıkıyor, ki bu son derece yanlış. Bakınız, mimarlık okulları için yıllık 7000 kişilik kontenjan açıldı. Çok yakın bir süre sonra mimarlar ordusuyla karşılaşacağız ama yetkinlik ve nitelik konusunda çok kuşkuluyum. Yoğun bir kentsel dönüşüm yaşanıyor. Kentsel dönüşüm aslında çevreye duyarlı binaların, yeşil binaların yaygınlaşması için bir avantaj olabilir ama bu avantaj kullanılıyor mı sizce? İnşaat miktarının çokluğu tabii ki avantaj sağlayabilir ama doğru kullanılması şartıyla. Bakınız, yıllar önce TOKİ, bir atılım yapıyordu. Sayısal olarak çok başarılı işler yaptılar ama nitelik olarak öyle değil. Yapı-Endüstri Merkezi’nde düzenlenen bir konferansa TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar da katılmıştı. Açılış konuşmasında şunları söyledim: “TOKİ başarılı işler yaptı. Gecekondulaşmayı önledi, kaçak inşaatı dahi önledi. Ama ben isterdim ki TOKİ, yaptığı binalarla mimarlık ödülleri kazansın.” O binalar yapılması gerektiği gibi yapılmalıydı. Dediğim gibi Türkiye’de sayılar iyi ama arka planına bakılınca durum iyi değil. Yeşil binalarla iş bitmiyor ki, yeşili de korumamız lazım. İstanbul, Avrupa şehirleri arasında yeşili en az olan şehir. Kişi başına 1,5 metrekare aktif yeşil alan düşüyor. Önce yeşili korumamız, sonra da yeşil binaları yüreklendirmemiz lazım. Yeşil Binalar için sertifikalar var, sistem kuruldu, kısmen de işler durumda. Mimarinin geleceği zaten yeşil binalarda… Ama önce yeşili korumamız lazım. Yeşili korumadığımız gibi binaları da korumuyoruz. Son yazdığınız kitap, “20. Yüzyıl Türkiye Mimarisi” oldukça geniş bir arşiv niteliğinde. Ama orada dikkatimi çeken şey, bazı önemli mimari eserlerin artık yerinde olmadığı, yıkıldığı oldu. Biraz yap-yeniden yap kültürü içinde mi yaşıyoruz? Tarihi olduğu gibi tarihi yapıtları da yeniden yaratamazsınız. Yıktıktan sonra yerine replikasını yapmak bir şey kazandırmaz. Bu, Picasso tablosunu yırtıp kopyasını yapmaya benzer. Kopyanın değeri sıfırdır. Onun için var olanı gözümüz gibi korumak zorundayız. Antik eserleri de, Bizans eserlerini de, Osmanlı eserlerini de, Cumhuriyet dönemi eserlerini de korumamız lazım. Bu topraklarda var olan bütün değerler bize insanlığın emanetidir; hepsini korumak zorundayız. Yıkmanın bir anlamı yok. Örneğin TBMM Halkla İlişkiler Binası yeterli olmadığı gerekçesiyle yıkıldı. Şimdi TBMM Camisini yıkmak istiyorlar ki o Cami, Ağa Han Ödülü kazanmıştır. Yıkılamaz. Ciddi bir mimarlık değeri var. Aynı şekilde Ankara’da İller Bankası binasını yıkmak istiyorlar. Bu iş replikalarla olacak iş değil. Değerlerimizi korumamız gerekir. |