Kötü Mekânda İyi İnsan Yetişmez! (Elvan Arpacık / Potreler) Kaynak : 01.10.2004 - Portreler | Yazdır

2004 yıl önce Vitruvius “Architectura Libri Decern” adlı yapıtında, iyi bir yapının taşıması gereken nitelikleri anlatmış. Toplum olarak biz de, kötü yapıların niteliklerini 1999 Körfez depreminde acı bir dersle öğrendik… Mi?

En azından evimin biçimini, bulunduğu sokaktaki konumunu tanımlamak dışında mimariden hiç mi hiç anlamayan ben, bu depremden sonra konunun, estetiğin de ötesinde taşıdığı anlamı Doğan Hasol ile yaptığım görüşmeden sonra anladım.

Yaklaşık 35 yıldan beri YEM’in (Yapı Endüstri Merkezi) başında olan Doğan Hasol, Galatasaray Lisesi’nden sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesini bitirdi. 1965-69 yılları arasında Mimarlık Dergisi’nin yazı işleri müdürlüğünü yürüttü. 1968’de YEM’i kurdu. Altı yıl başkanlığını yaptığı UICB (Uluslararası Yapı Merkezleri Birliği) tarafından kendisine 1995’te onursal üyelik verildi. YEM’in bilgi merkezi işlevi doğrultusunda Yapı Dergisi’nin yanı sıra Yapı Kataloğu’nun yayımlanmasına da öncülük etti. Mimarlık ortamına katkıları nedeniyle Türk Serbest Mimarlar Derneği’nin 1994-95 yılı Basın-Yayın Ödülü’nü kazandı. Eşi ve kızıyla birlikte Has Mimarlık Grubu olarak serbest mimarlık çalışmalarını sürdüren Doğan Hasol, sekizinci baskısını yapan Ansiklopedik Mimarlık Sözlüğü’nü hazırladı. Kaynak kitaplardan biri olan bu kitaptan sonra, İngilizce-Fransızca-Türkçe olarak Mimarlık ve Yapı Terimleri Sözlüğü yayımlandı. Ayrıca; Yağma Var!, Her Seyin Mimarı Var, Mimari İzlenimler adlı kitapları bulunan Hasol, 1990-96 yılları arasında Galatasaray Spor Kulübü yönetiminde ikinci başkan olarak görev yaptı. 1997’den bu yana Cumhuriyet Gazetesi’ne spor yazıları yazmakta. Hasol’a; 1998’de İstanbul Teknik Üniversitesi’nce, 1999’da Yıldız Teknik Üniversitesi’nce onursal doktor unvanı, 2000’de de Mimarlar Odası’nca Mesleğe Katkı Başarı Ödülü verildi.

Fransa’da “mimarlık, kültürün ifadesidir” diye başlayan bir yasa var. Bize gelince, bizde zaten pek çok sey önemini yitirmiş. Devletin mimarlıkla fazla alışverişi yok. Yapılarda görebiliyoruz bunu. Türk toplumunda herkes Mimar Sinan’ı biliyor, onunla övünüyor ama Mimar Sinan’ın ne yaptığıyla hiç ilgilenen yok.

Madem ki karşımdaki insan, ömrünü mimarlığa adamış, saymakla bitmeyen bunca işin altından başarıyla kalkmş öyleyse sorulacak ilk soru şu olmalıydı:

Sizin gibi başarılı mimarlarımız varsa biz nerede yanlış yapıyoruz. Bu ülkede biz mimariyi nasıl ele alıyoruz. Anladığımız nedir mimarlıktan?

Bu oldukça zor ve geniş kapsamlı bir konu. Bakış açısını ikiye ayıralım. Türkiye’de nasıl, Batıda nasıl? Batıda mimarlık yaşamın bir parçası. Gelişmiş Batı ülkelerinin pek çoğunda mimarlık, hükümetlerin programlarında yer alır. Bir sanat ve bilim dalıdır. Türkiye’de anlayış olarak biz bunun çok gerisindeyiz. Örneğin, Finlandiya’da hükümetin benimsediği bir mimarlık politikası var. Bu, kitap haline getirilmiş. Fransa’da “mimarlık, kültürün ifadesidir” diye başlayan bir yasa var. Bize gelince, bizde zaten pek çok sey önemini yitirmiş. Devletin mimarlıkla fazla alışverişi yok. Yapılarda görebiliyoruz bunu. Türk toplumunda herkes Mimar Sinan’ı biliyor, onunla övünüyor ama Mimar Sinan’ın ne yaptığıyla hiç ilgilenen yok. Dünya çapında mimarlar yetiştiremez mi Türkiye? Tabii yetiştirir. Çok yetenekli meslektaşlarımız var ama, sanatlarını ortaya koyabilecekleri olanaklardan yoksunlar. Ülkemizde mimarlığa bakış açısı son derece ters ve zayıf. Devlet yapılarının bile pek çoğu mimarlık dışı olarak yapılıyor. Kamu ihale yasası var, yenilendi sözde, ama hiçbir şey değişmedi. Hâlâ devlet, patates alır gibi eksiltme yaparak proje ihale ediyor. İhalelerde yüzde yetmişlere, seksenlere varan indirimler var. Anlayış çok çarpık. Bunun sonunda da sağlıklı hizmet verilmesi olanaksız. Türkiye geçtiğimiz yıllarda Türki Cumhuriyetlerinden üçünün, Ankara’da yapılacak büyükelçilikleri için destek vermek istedi. Bunların projeleri ihale edildi ve iş, yüzde yetmiş beş dolayında bedel eksilten mimarlara verildi. Bu indirimlerle yapılan ihalelerden sağlıklı sonuçlar çıkmaz. Birinci nokta bu yaklaşım… Özel sektöre gelince, mal sahipleri mimarlık konusunda yeterince eğitimli değiller. Mimarlığı bir fantezi olarak ya da ayak bağı olarak görüyorlar. Çoğu, mimarın projedeki imzasına bir formalite olarak bakıyor. Anlaşması gereken kişi ya da kurumlarla anlaşıp, işini kısa yoldan gerçekleştirme yolunu seçiyor.

Bizim gençlik yıllarımızda, benim ilk mimarlık yıllarımda kalfalar sorunu vardı. Bazı kalfalar, proje yapmaya soyunurlardı. Kırık dökük çizimlerini imzacı mimar dediğimiz mimarlara götürüp imzalatırlardı. Mimarın rolü buna indirgenmişti.

Kamu kesiminde 1950′ lerden başlayarak mimarların iyi bir dönemi olmuştu. Özellikle Bayındırlık Bakanlığı mimarlığa inanan bir bakanlıktı ve proje yarışmalarına çok yer verildi o dönemde. Kamu yapılarında mimari değerler ortaya çıkmaya başladı. Sonraki yıllarda bu bakanlık da, mimarlığın önemini unuttu. Böylece mimarlık bizde, genelde işverenin henüz mimarlığın ne olduğunu kavrayamamasından dolayı bir kenara itilmiş durumda. Oysa mimarlığın gelişmesi mimarlık bürolarının gelişmesine bağlıdır. Mimarlık büroları bu ortamda gelişemedi, verim düştü. Son yıllarda başka bir moda çıktı. Bu da yine Türkiye’de mimarlığın gelişmesini önlemekte. Özellikle büyük yatırımcıların, finansman gücü olan kesimlerin şu andaki davranışları, yabancı mimarları getirmek, onlara bir şeyler yaptırmak şeklinde. Genelde seçilen mimarların çoğu sıradan mimarlar… Bizim işverenimizin ufku daha iyisine yetmiyor. Çok üst düzeyde yabancı mimarların gelmesini arayan yok. Oysa bir Guggenheim Bilbao Müzesini biliyorsunuz, Frank Gehry yaptı; kentin kaderi değişti. Sıradan bir sanayi kenti, turizm yöresi haline geliverdi. Bilbao, mimarinin getireceği katkıya güzel bir örnektir. Paris’te Louvre’un bahçesine yapılan piramitle ziyaretçi patlaması yaşandı. Sidney opera binası kentin simgesi haline geldi.


BÜYÜK EFES

Madem ki Guggenheimdan söz ettiniz. İstanbul Sanat Müzesi Vakfı bunun için yıllardır uğraş veriyor. Bu fikir uygulamaya geçebilirse İsranbul’da neresi ve nasıl bir yapı uygun olabilir sizce?

İstanbul’un modern sanat müzesine ihtiyacı var. Yalnız modern sanat müzesine değil, pek çok müzeye ihtiyacı var. Ne var ki, Türkiye, olanaklarını iyi kullanmayan bir ülke. Avrupa Birliği peşinde koşuyoruz. Avrupalı olduğumuzu sanatta kanıtlamamız bakımından, en azından bir modern sanat müzesine gereksinim var. Vakfın üyelerinden biri olarak, vakfın girişimlerini yakından biliyorum. Cumhurbaşkanlığı sırasında Demirel ile de görüşüldü. Demirel bu işin arkasında olacağını söyledi, dönemin kültür bakanı da öyle dedi ama şu ana kadar bu konuda yol alınamadı. Vakfa önerilen binalar genellikle eski yapılardı. Bunlardan biri Gülhane’deki eski askeri hastaneydi. Bunların müzeye dönüştürülmesi için çok büyük paralara gereksinim var. Vakfın boyutunu aşıyor. Bu bakımdan bu işlerde devlet desteği gerekir. Denebilir ki, “devlet hangi birine yetişsin?” Doğrudur, ama devletin öncelikleri olmalıdır. Sağlık ve eğitimin ardından kültürün gelmesi gerekir diye düşünüyorum. Bizim devletimiz, savurgan bir devlet. Pek çok bakanlığın başlayıp yarım bıraktığı yüzlerce inşaat var. Bunların bitirilmesi için 70 milyar dolar gerektiği hesaplanıyor. Bunların çoğuna politik anlayışla başlanmış. Bir bakan gelmiş, kendi seçim bölgesine bir hastane yaptırmak istemiş, onun ardından baska bir bakan gelmiş, o hastaneyi yarım bırakmış, gitmiş kendi seçim bölgesinde bir hastane yaptırmaya başlamış.

Ülke, parasını nereye harcayacağının tam bilincinde değil. Son dönemde yaşadığımız kötü olaylar nereye geldiğimizi gösteriyor. Örneğin, demiryolu kazaları. Gerekeni, yerinde ve zamanında planlı olarak yapmazsanız çok pahalıya mal oluyor. Gıda kadar bilgiye, kültüre gereksinimi var bu ülkenin. Müze bir zorunluluktur. Bunu kabul etmemiz gerekiyor. Ben mimarlığa ilişkin olarak, “kötü mekânda iyi insan yetiştiremezsiniz” derim hep. Bugün bunu yaşıyoruz. Yöneticilerimiz de belki kötü mekanda yetiştikleri için dar ufuklu oluyorlar.

Tüketim toplumunda yaşıyor ve ister istemez bu standartlara uyuyoruz. Bunun mimarlığa yansımasını değerlendirir misiniz?

Mimar bu ülkede en mutsuz insandır. Birincisi, kendisine işini yapma olanağı verilmemektedir. İkincisi, kentlerimizin bugünkü perişan hali mimarlara mal edilmektedir. Yapılarının yüzde 65’i kaçak olan ülkemizde mimar eliyle yapılan yapıların genelde yüzde üçü geçtiğini sanmıyorum. Ama yüzde yüzün sorumluluğu mimarlara yükleniyor. Her meslekte olan çürükler mimarlıkta da vardır kuşkusuz. Ama genelde, mimarlara işlerini yapma olanağı verilmiyor, sonra da, yapmadıkları işten sorumlu tutuluyorlar.

Kötü bir senaryo olacak ama, bu durumda mimarlar, geleceğin işsizleri midir?

Mimarlar geçmişin de işsizleriydi zaten. 30 binin üzerinde mimar var Türkiye’de. Bunların pek çoğu değişik alanlarda çalışıyor. Mimarların yetişme tarzları, eğitimleri buna elvermektedir. Mimar daha temel atılırken, çatıdan suyun nasıl indirileceğini düşünen insandır. Kazandığı bilgilerle, özellikle organizasyona yönelik alanlarda başarılı olabilmektedir. Bunları bir yana bırakırsak, salt mimarlık yapmaya niyetlenmiş olanlar iş bulamıyorlar. Oysa üretilen yapı sayısını, mimar sayısına bölseniz mimarların mükemmel durumda olmaları ve üretimlerini de mükemmel bir düzeyde yapmaları gerekir.

Başka ülkelerde örneğin İtalya’da mimarlık eğitimi daha uzun sürüyor sanıyorum.

Dünyanın her yanında daha uzun sürüyor. Dilerseniz, mimarlık eğitimi ve sonrası üzerinde duralım biraz. Şimdi Türkiye’nin başka bir talihsizliği, daha doğrusu düzensizliği var. Dünyanın hiçbir uygar ülkesinde, dört yıllık bir mimarlık okulunu bitiren kişiye bütün yetkiler verilmez. Türkiye’de veriliyor. Evet, eğitimden sonra mimarlık diploması verilir ama, sorumluluk üstlenmekte bazı barajlar vardır, belli stajlar vardır; kendisini kanıtlaması için sınavlar vardır, belirlenmiş bazı engelleri aşması gerekir. Akredite olması, yetkin mimar olması için bazı engelleri aşması gerekir. Türkiye’de okulu bitiren herkes ertesi gün gökdelen dikebilir. Bu durumun düzeltilmesi gerekiyor.

Meslek örgütlerinizin çok çabaladıklarını görüyoruz. Ne kadar yol alabiliyorlar sözünü ettiğiniz sorunlarla ilgili olarak?

Çok çabalıyorlar ama çok az yol alıyorlar. 1965 yılında Mimarlar Odası İstanbul Şubesi yönetiminde genel sekreterlik yaparken de yine aynı konuları konuşurduk. Türkiye’de planlı dönemde bile plansız gelişme oldu. Geri kalmış pek çok ülke, planlama yapamadığı için, örgütlenmesi zayıf olduğu için geridir. Şu konuştuklarımızın benzerlerini 1965 yılında da konuşurduk. O dönem çıkardığımız dergilerde bugün hâlâ tartıştığımız konuları okuyabilirsiniz.

Çarpık kentleşme, gelişigüzel dikilmiş binalar, uygun olmayan yaşam alanları bir anlamda çevre kirliliği de yaratıyor.

Çevre kirliliği bütün dünyada söz konusu, her şeyde var; hava, su, toprak kirleniyor. Kimi gazlar ozon tabakasını deliyor. İnsanoğlu dünyada birtakım geri dönülmez zararlara yol açıyor. Bu aslında yalnızca Türkiye’nin sorunu değil, daha çok da kendilerini gelişmiş kabul eden ülkelerin yol açtığı bir sorun. Teknolojik olarak gelişmişler ama, asıl gelişmesi gereken şey kafaları. Kyoto protokolünü ABD imzalamıyor, en çok da o kirletiyor dünyayı.

Bazı mimari örgütler bu konularda oluşumlar üzerinde duruyor. Örneğin entegre mimarlık denilen bir kavram var. Biyoloji ve doğayı birleştirmeye çalışan yaklaşımlar söz konusu. Doğayı ve insanı bütün olarak ele alan bir mimari anlayış, üzerinde deneysel çalışmalar yürütüyorlar.

Bunların yaşama geçirilmesi çok zor. Birtakım deneysel girişimler diyelim bunlara. Bu yaklaşımlar, yalnız bugünün konusu değil, geçmişte de benzer girişimler vardı. Örneğin ütopyacı mimarlık, fütürist akımlar… Yeni çalışmalarda ütopyacı gibi görünüyor. Amerika’ya Kyoto protokolünü imzalatamazsak, o zaman vay halimize diyelim.

İstanbul kültür mirası olarak UNESCO listesinde ama bu konuda bizden beklenenlerin yerine getirilemediği iddiası hiç gündemden düşmüyor.

İstanbul, derin bir konu İstanbul siyasal yaklaşımlar da var. Başta Yunanistan olmak üzere Avrupa’nın İstanbul’a bakışındaki tuhaflıklar… UNESCO bu yaklaşımların ne kadar etkisinde? Bu işin bir yanı. Öteki yanına gelince, biz İstanbul’daki tarihsel, kültürel varlıkları bilinçli bir şekilde koruyamıyoruz. Bir ara da eski yapıtlara bakışta, “bizden olan, olmayan” ayrımı vardı. Korumak istediğimizde de yanlış işler yapıyoruz; paralarımızı yanlış işlere harcıyoruz. Surları restore ettik: yepyeni, taştan pasta yapar gibi birtakım surlar… Aslında yapılması gereken, surların bugünkü haliyle korunmasıydı. Kötü dış etkilerden koruyarak, bugünkü haliyle tutmak en iyisiydi. Yeni yaptığımız sur, eski sur olmuyor. Belki Bizans zamanında bile öyle pırıl pırıl değildi surlar. “Yetkililer , bilgililer yetkisiz” oldukça bu işler böyle sürüp gider.

Kendi topraklarımıza özgü bir mimari anlayışa sahip miyiz, böyle bir ilkemizin olması gerekir mi?

Fransızlar’ın “couleur locale” (yerel renk) dedikleri bir şey vardır. Mimaride yerel renk çok önemli ama, bunu da çok abartmamak gerekir. Milli Eğitim Bakanlığı okullara estetik kazandırmak üzere yeni bir genelge yayımlamış. Osmanlı ve Selçuklu mimarisi temel alınacakmış. Okullarda burç ve kuleler bulunacakmış. Bayrak da binanın ön tarafında yükselen burcun üstüne yerleştirilecekmiş. Herhalde bu durumda öğrenciler de, yeniçeri kıyafetiyle gelecekler okula… Aslında, yapılması gereken bu değil. Yapılması gereken, coğrafyayı, iklimi çevreyi doğru yorumlayarak yerel malzemeyi doğru kullanmak, çağdaş teknolojilerle, çağdaş ölçütlerle düzgün kimlikli bir mimari ortaya koymaktır. Yoksa, geçmişi günümüzde yaşatmaya kalkmanın çağdaşlıkla ilgisi olamaz. Mimarlık, çağını yansıtmalı.

Bu anlamda beğendiğiniz kentler?

Roma, eski yapıtlarıyla tarihsel mimarlığıyla Roma’dır. Paris, bulvarlarıylaParis’tir. Rio’da ise doğa var. İstanbul’da bir sentez söz konusu: hem tarih, hem doğal güzellik var.

Bizde meydan yok galiba.

Bizde Batı’daki türden kent meydanı yoktur. Osmanlı’da da yoktu. Bizde Meydanlar otobüs durağı olur. Biz meydan bulunca otobüs durağı yaparız.

Ülkemizi gezmekte olan bir turist, benim bir rehber arkadaşıma ; binaların üzerlerinde yükselen filizleri gösterip, bu sizde mimari bir tarz mı diye sormuş.

ABD’li düşünür de, “Türk toplumu geleceği düşünüyor, geleceğe umutla bakıyor” diye yorumlamıştı bu filizleri. Yapının sahibi gelecekte bir kat daha çıkmayı hesaplıyor ama, birkaç yıl sonra o demirler paslanır… Hiçbir kıymeti kalmaz ki. Belki de ileride ölüm tuzağı olur.

Kenterimizin bugünkü yoz karakterini aşırı nüfus artışı ve aşırı kentleşme olgusu belirledi. 1950’li yıllardan sonra bu iki etken çok fazla rol oynadı kentlerimizin çehresinin oluşmasında.Tabii buna başıboşluk, plansızlık da eklenince felaket oldu. Başıboşluk Türkiye’de her alanda var. Sağlıkta, eğitimde…

Bazı yerlerden geçerken düşünüyorum ; insana hapis cezası verseler sen burada yaşayacaksın diye insan depresyona girer.

Doğru. Başka bir sıkıntı da bu. Kimlik yoksunluğu pek çok kentimizi sardı. Kentlerimizin birbirinden pek farkı kalmadı. Oysa eskiden bir Gaziantep, bir Antalya’dan farklıydı. Antalya Akdeniz mimarlığını yansıtırdı; Gaziantep, Güneydoğu Anadolu mimarlığını, Kastamonu, Kütahya farklıydı. Kayseri de, Mardin’de taş yapılarıyla ünlüydü; ancak Mardin evleri, Kayseri evlerinden farklıydı. Mardin’de çıkan bir kireçtaşı vardır. Ocaktan çıktığında, tırnakla çizilecek kadar yumuşaktır, kolay işlenir. O taş zaman içinde havanın karbondioksitiyle serleşir. Zamanla sertleşen bu yumuşak taş. Mardin’e özgü dantel gibi işlenmiş bir mimarinin ortaya çıkmasında ana etkenlerden biridir.

Kenterimizin bugünkü yoz karakterini aşırı nüfus artışı ve aşırı kentleşme olgusu belirledi. 1950’li yıllardan sonra bu iki etken çok fazla rol oynadı kentlerimizin çehresinin oluşmasında.Tabii buna başıboşluk, plansızlık da eklenince felaket oldu. Başıboşluk Türkiye’de her alanda var. Sağlıkta, eğitimde… Genelde yönetim kadrolarındaki tutarsızlıklar Türkiye’yi bu hale getirdi. Mimarlık böyle de, hangi konu daha iyi bu ülkede? Ülke kalkınacaksa, eğitimle kalkınacak,sağlıklı olacak. Sağlıklı çevrelerde yaşayacak insanlar.

Körfez depreminden sonra bina yapmanın ciddiyeti anlaşıldı mı, yetkililerce bu konu için gereken önlemler alınıyor mu?

Bir bina yapmak çok ciddi bir iştir ama biz toplum olarak hiçbir şeyi ciddiye almıyoruz. Körfez depremi oldu, Türkiye’nin tümünün deprem riski altında olduğunu acı bir şekilde öğrendik, ama hâlâ önlem almıyoruz. Şu anda depreme ilişkin olarak yapılmakta olanlar, olası depremin büyüklüğünü boş yere tartışmak ve ceset torbaları hazırlamak. Ölenler ölecek,kalanlar için sözüm ona bir şeyler yapılıyor. Oysa çürük binaların bir an önce saptanıp boşaltılması gerekir. Aksi halde bu binalarda oturan insanlara ölüm tuzağı hazırlamış oluyoruz.

Bu kadar karmaşık bir ortamda, bu mesleğin içinde bunca yol almış bir mimar olarak umutlarınız ve enerjiniz var demektir. Belki de bu kadar sorunlu bir ortamda olmak içinizdeki enerjiyi tetikliyor.

Belli bir yaştan sonra insanlar umutlarıyla değil, anılarıyla yaşıyorlar. Bu soruyu gençlere sormak daha doğru olabilir. Ben her zaman çok umutlu bir insan oldum. Daha gelişmiş bir ülkede yaşamış olsaydım belki daha üretken olurdum. Ama yine de yararlı bir şeyler yapabildiğimi düşünüyorum. İleriye hep umutla bakmak lazım.

Ailece mimarlık nasıl bir sinerjidir.

Mimarlık zaten bir ekip işi. Mimarların çoğu ortaklıklar halinde çalışır. Biz aile içinde iyi bir ortaklık sürdürüyoruz.

YEM olarak yapı fuarları düzenliyorsunuz.

Her şeyden önce YEM bir bilgi merkezi. 1967’de kurmaya karar verdik, 1968’de açtık. Bu, Türkiye’de o dönemde çok önemli bir adımdı. Bilgisayar bile “yok” denecek kadar ilkeldi. İletişim çağından önce kurulmuş bir iletişim merkezidir YEM. İyi bir öngörüde bulunmuşuz. O tarihlerde Yapı malzemelerini sergilediğimiz bir daimi sergimiz vardı, daha sonra buna Yapı Kataloğu ve Yapı Dergisi eklendi. Bir başvuru kitaplığı ve Kitabevi kurduk. Mimarlar ve öğrenciler için de bilgi merkezi oluşturduk. 1978 yılından itibaren yine bilgi merkezi işlevinin bir uzantısı olarak Yapı Fuarlarını geliştirdik. Bugün Avrupa’daki benzerleriyle yarışabilecek büyüklük ve kapsamdaki Yapı Fuarı ülkemizin ilk uzmanlık fuarıdır. Kitabevimiz de sanat, mimarlık konularında Türkiye’nin en zengin kitabevidir. Bir de sanal mimarlık müzemiz var artık. Bu müzede şu sıralar Sedat Çetinkaya sergisi var. Bu sanal müzemizin etkinlikleri süreklilik kazanacak.