Mimarlıkta Ütopya* | Kaynak : 01.11.2000 - Yapı Dergisi | Yazdır |
* Çimsa Çimento San. ve Tic. A.Ş.’nin 22 Eylül 2000’de Ankara’da düzenlediği “Beyaz ve Mimarlık’ta Ütopya” konulu panelde sunulan bildiriden.. “Utopiae”, İngiliz düşünür Sir Thomas More’un düşlediği ideal ülkedir. 1516’da Latince yazdığı kitabına bu adı vermiş. Sözcüğe ilk kez bu kitapta rastlanıyor: Yunanca’da “ou” değil, hayır “topos” yer demek. Ütopyaya belki “hiçbir yer” ya da “düşler ülkesi” diyebiliriz. Thomas More ütopyayı, akıl yoluyla yönetilen ortak mülkiyete dayalı ideal toplum düzenindeki düşsel bir kent devleti olarak anlatıyordu. Tıpkı Platon’un Atlantis’inde olduğu gibi.. Böyle ideal toplumlara Farabi’de, Francis Bacon’da (Yeni Atlantis, 1627), Campanella’da (Güneş Ülkesi, 1602), Fénélon’da da (Telemak’ın Başından Geçenler, 1699) rastlanır. Marx ve Engels’i önceleyen, Saint-Simon ve Charles Fourier gibi düşünürlerin duygusal ve reformcu ideale dayalı doktrinlerinden kaynaklanan ütopik sosyalizm akımının temelinde de bu türden tasvirler vardır. Ütopya terim olarak 1516’da ortaya çıksa da kavram olarak kuşkusuz çok daha eskidir. Toplumsal düzen için ütopya olur da, mimarlık için olmaz mı? Doğal ki çok eski dönemlerden beri vardır. Toplumsal, ekonomik ya da teknolojik nedenlerle gerçekleştirilmeleri olanaksız görülen, aklın, mantığın sınırlarını zorlayan projeler, ütopik mimarlık kapsamına girerler. Bu projeler genelde kenti ve yaşamı değiştirmeyi, ideal dünya düzeni getirmeyi amaçlarlar. Bunlara düşsel mimarlık da diyebiliriz. Düş kurmanın kökeninde düşünmek vardır. Ütopya, düşünen toplumlarda daha yaygındır.
Düşünürler, yazarlar ülkelere ve toplumsal düzene ilişkin ütopyalar geliştirirlerken, mimarlar da kentleri, kent parçalarını ve binaları ele aldılar. Rasyonalizmin, yani akılcı mimarinin en önemli kuramcı ve uygulayıcılarından biri olan Walter Gropius 1919’da şunları yazar: “Teknik güçlüklere aldırmaksızın fantezi içinde inşa edin. Daima insanoğlunun düzenleme gücüne ayak uyduran tekniğe kıyasla fantezi çok daha önemlidir” (1). Toplumsal olaylar ütopyayı körüklemiştir. Örneğin, Rönesans yeni topluma yeni düşünceler getirirken, ütopyaya götürecek yeni heyecanlar da getirmiştir. Leonardo da Vinci kent boyutunda ütopyalar tasarlamıştır. İstanbul’da Haliç için 1502’de tasarlayıp önerdiği köprü o günün koşulları içinde bir ütopya değil midir? 1789 Fransız İhtilali’nin ardından da ütopyalar gelmiştir. Boullée ve Ledoux 18. yüzyıl sonlarında ütopik mimarlığın Fransa’daki önemli adları olmuşlardır. Boullée günün teknolojik olanaklarının ötesinde küp, silindir, küre, piramit gibi ilksel geometrik biçimlerde devboyutlu yapılar önermiştir: müzeler, mezarlar, piramitler, kapı kuleleri. Amaç hep yeni bir dünya yaratmaktı, ama bu projelerin hiçbiri uygulanamadı. Ledoux da yalnızca çizmiş ama gerçekleştirememiştir. Ledoux doğayla uyumlu sade, yalın yaşama dönüş için J.J. Rousseau’nun yazdıklarından esinleniyor, eşitlikçi sosyal reform için mimarlığı bir araç olarak görüyordu. Chaux ideal kenti için ütopik şemasını, kral yanlısı olmakla suçlanarak konduğu cezaevinde tamamlayacak, daha sonra 1804’te gösterişli bir yayınla açıklayacaktır. Daha sonra, Charles Fourier (1772-1837) “falanster” projesiyle gündeme gelmiştir. Endüstri kentine tepki duyan Charles Fourier 1834’te, 1620 kişinin ortak yaşayacağı ütopik bir bina öneriyordu. Zeminde yaşlılar, orta katta çocuklar, üst katta yetişkinler bulunacak, ortak araç-gereç kullanılacaktı. Fransa’nın, Cezayir’de uygulamak istediği falanster kurma girişimleri sonuç vermediyse de 1848 devriminden sonra Fourier’nin ilkelerine göre Paris’in her mahallesinde, yaklaşık 400 işçi ailesini barındırmak üzere dairelere bölünmüş büyük yapılar kuruldu. Ayrıca, 1841-59 arasında ABD’de Fourierci 28 koloni kuruldu. Yine 19. yüzyıl ütopyacılarından Fransız J.B. Godin, (1817-89) falansterden yola çıkarak “familister” adını verdiği bir toplu yaşama birimi önerdi. Burada konutlar, endüstri yapılarıyla içiçedir ve avlulara açılan büyük bir binada toplanmışlardır. Her ailenin bir konutu vardır. Ayrıca ortak bir çocuk bahçesi, okul, tiyatro ve çeşitli hizmetler de bu büyük bina içinde tasarlanmıştır. Familister uygulaması başarılı olmuş, Godin’in ölümünden sonra bir üretim kooperatifi halinde sürdürülmüştür. İkinci İmparatorluk (Kas. 1852-Eyl. 1870), bu projeyi bir ölçüde değiştirerek uygulamış, bunun sonucunda da Paris’te Cité Rochechouart doğmuştur. Bu örnekler gösteriyor ki, kendi çağı için ütopik gibi görünen kimi öneriler, olanakların gelişmesiyle ileriki dönemlerde uygulanabilir hale gelebiliyorlar. Leonardo’nun Pera ile Konstantinopol’u birbirine bağlayan 600 arşın uzunluğundaki Haliç köprüsü ya da ütopik gibi görünen birçok kent önerisine karşılık Chandigarh, Brasilia anılabilecek örneklerdir. Böylece, çağlarının olanaklarını aşan birçok öneri ileride uygulama olanağı bulabilmiştir. Le Corbusier’nin, bugün ancak yapay solunumla yaşatılabilen, oturma makinesi “unité d’habitation”larına da gerçekleşmiş ütopyalar olarak bakılabilir. 20. yüzyılda da ütopyalar, iki dünya savaşından sonra hız kazanırlar. Öncelikle, 19. yüzyıl sonlarında 20. yüzyılın nasıl düşlendiğine bir göz atalım. 1900’e doğru, 2000 yılı için ileri sürülen tahminlerde çılgın bir dünya düşlenmekteydi. Öngörülere göre 2000’li yıllarda şehirlerdeki yaşamın bir bölümü havada geçecekti, çünkü kentiçi kara taşıtlarının yerini kanatlı, pervaneli türden hava taşıtları alacaktı. İklimlendirilmiş giysiler içinde insanlar günde yalnızca iki saat çalışacaklardı. Hafta sonlarında Ay’a gidilecekti. Alışılagelmiş yemekler yerine konsantre vitaminler ve proteinler yiyecektik. Böylece evlerde mutfağa gereksinme kalmayacaktı. |
İşte, 20. yüzyıla bu öngörülerle girildi. Fransız mimar Tony Garnier 1904’te Paris’te bir sergiyle modern bir kent ütopyası sunacaktı. İdeal kent tasarımı: Cité Industrielle (Endüstriyel Kent). Burada naif ütopyacılık kendisini göstermekteydi. Ticaret, sanayi, konut alanlarının ayrı ayrı bölgelere yerleştirildiği kentte kilise, mahkeme, polis merkezi, kışla, cezaevi bulunmayacaktı. Bir ideal sosyalist kentte bunlara zaten gereksinme duyulmayacaktı. Yine önemli bir ad, gelecekçi (fütürist) çalışmalarıyla dikkati çeken ve yalnızca 28 yıl yaşamış olan İtalyan mimar Sant’Elia (1888-1916)’dır. 1913’te başladığı Citta Nuova (yeni kent) projesinde geleceğin ütopik metropolünü perspektif çizimlerle sunuyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, 1919-23 arasında Almanya’da ütopyacı bir akım, “rüyalar mimarisi” gelişmiştir. Hermann Finsterlin’in tasarımları, Türkiye’deki ebedi konuğumuz Bruno Taut’un (2) “Alpler Mimarlığı” bu akımın önemli örneklerini oluşturur. Modern Mimarlık’ın, sivriliş döneminde (1910-33) atbaşı giden iki ana ütopyası vardı. Birincisi, endüstriyel üretimin olağanüstü gücünden yararlanarak toplumu değiştirmek, yaratıcı güçleri serbest bırakarak “yeni insan”ı yaratmak idi. İkincisi ise mimarlığın, endüstriyel nesne tasarımından şehirciliği de içine alacak geniş bir yelpazede herşeye egemen olmasıydı. Dönemin mimarlık akımları bu temel anlayışla gelişip ortaya çıktılar. 20. yüzyılın öncü, öncü olduğu kadar da ütopist mimarlarından Le Corbusier 1922’de 3 milyon nüfuslu Çağdaş Kent tasarımını sergiliyordu. Paris için 1925’te önerdiği, gökdelenlerle bahçelerden oluşan ve “Plan Voisin” adıyla anılan proje otomobil endüstrisinin güçlü desteğine karşın kamu otoritelerinden destek görmeyecekti. Le Corbusier, Paris merkezini rasyonel şehircilik adına bir çırpıda yok etmeyi öneriyor, yalnızca Vendôme Meydanı ile Louvre’u ve Elysée’yi korunmaya değer buluyordu. Paris’ten sonra ele aldığı Cezayir’de ise kent-yapı bütünleşmesiyle kenti tek bir yapı gibi inşa etmeyi önermişti. ABD’de ise F.L. Wright’ın 1934-58 arasında tasarladığı Broadacre City, çağın endüstriyel gerçeklerini gözardı eden bir tarım kentiydi. Yine Wright’ın 528 katlı, 1 mil yüksekliğindeki gökdelen önerisi de hâlâ uygulama olanağı bulamadığı için bir ütopya sayılabilir. 20. yüzyılın ikinci büyük ütopya dalgası İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaygınlaşır. 1960’larda, Japon Metabolizm hareketi, İngiliz Archigram grubu, Viyana’daki Coop Himmelblau ütopik mimarlığın çok dikkate değer örneklerini vermişlerdir. * * * “En güzel günler henüz yaşamadıklarımız” dan yola çıkarak geniş ufuklu düşsel öneriler geliştirip sunmak ütopyanın hedefi gibi görünüyor. Ekonomiye, politikaya, topluma sıkı sıkıya bağımlı, bu yönüyle de uzlaşmacı bir karaktere sahip olan mimarlık, kendi içinde, geleceğin sanatı olmak olgusunu da taşır. İşte bu yönüyle mimarlık, dünyanın ve insanlığın geleceği için vizyon geliştirme çabası içinde gözünü hep ileriye, geleceğe açmak zorundadır. Ütopya, böylece ufuk açıcı karakteriyle mimarlığın kaçınılmaz itici gücünü besleyecektir. Ütopya geleceğe yöneliktir. Ancak günümüzde çelişkili bir durum söz konusu: Günümüz toplumsal ütopyaları artık, ileriye yönelik değil, geriye dönüktür. Bugünün toplumsal ütopyasının kökeninde “nostalji” var: Doğal çevre, doğal yaşam, temiz hava, temiz su.. Taşlaşmamış çevre, katkısız-hormonsuz besinler, delinmemiş ozon tabakası, nükleer tehditsiz bir dünya, eşit gelir dağılımı.. Bir başka bakışla ülkemizde, sürüp giden elverişsiz koşullar nedeniyle mimarlığın kendisinin dahi ütopya olduğunu söyleyebiliriz. 1.B. Özer; “Kültür Sanat Mimarlık”, s.400, |