Sanat ve Mimarlık Üzerinden Çağdaşlığa Vurmak!.. Kaynak : 01.03.2011 - Yapı Dergisi - 352 | Yazdır

 

Bizler, bizim kuşaktakiler genç Cumhuriyet’in mutlu, gurur dolu, başı dik çocuklarıydık. İlk kez, 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti’nin “27 yıldır bu ülkede hiçbir şey yapılmadı; bir çivi bile çakılmadı” söylemiyle sarsıldık. 27 yıl, Cumhuriyet’in kurulduğu 1923 ile iktidarın değiştiği 1950 arasını kapsıyordu. Daha hiçbir iş yapmamış bir iktidarın ileri gelenleri söylüyordu bunu. Günümüzde de buna benzer söylemler giderek yoğunlaşmaya başladı. Ve Cumhuriyetimizin değerlerine sataşmak, vurmak, onları yok saymak moda haline geldi. Son zamanlarda sanat ve mimarlık alanlarında yaşanan olayları da bu türden siyasal söylem ve anlayışa bağlamak mümkün görünüyor. Sanat da, mimarlık da bu furyadan payına düşeni alıyor diye düşünebiliriz.

Örnekler giderek artıyor. Yalnızca birkaçı üzerinde duralım: Önce, Atatürk Kültür Merkezleri (AKM’ler) yıkılmak istendi; sonra müzik dünyamızın gururu Türk Beşleri’ne saldırıldı, son günlerde de Kars’taki İnsanlık Anıtı, Başbakan’ın “ucube” olarak tanımlaması ve yıkılmasını istemesiyle gündeme oturdu.

Sanat, bir ülkenin uygarlık düzeyinin göstergelerinden biridir. Bu bakımdan onun bilgiyle beslenerek geliştirilmesi ve o konuda toplumun algı düzeyinin yükseltilmesi, bilinçlendirilmesi şarttır. Bunun için de öncelikle yöneticilerin yetişmiş ve bilinç kazanmış olmaları gerekir.

Bizde ne yazık ki son zamanlarda başta sanat ve kültür olmak üzere pek çok alanda engellemelere bağlı olarak gerileme var. Birçok alanda “cehalet”, “bilgi”nin yerini almış durumda. Eğitimi eksik toplum ve onu yönetenler geriye giderek ilerleyebileceğimizi sanıyorlar. Bir “olmaz”ın peşinde oldukları açık…Sanat yapıtlarını eleştirirken kullandıkları terminoloji ilginç. Çirkinlikten dem vuruyorlar. Örneğin İstanbul ve Ankara’daki AKM’lerin “çok çirkin” olduğunu ileri sürüyorlar. Ankara’da belediye başkanı, “ben böyle sanatın içine tükürürüm” diyerek bir heykeli kaldırtabiliyor. O heykel daha sonra ancak yargı kararıyla yerine dönebiliyor. Yalnızca ünlü değil, önemli bir heykelci olan Mehmet Aksoy’un Kars’taki yapıtı “İnsanlık Anıtı”da benzer bir tepkiyle karşılaşıyor ve “ucube”likle suçlanıyor. Hem de ülkenin başbakanı tarafından… Ucube, bilindiği gibi, “çok acaip, şaşılacak kadar çirkin olan şey” anlamına geliyor.

Ülkemizde çok kimse, sanat yapıtlarının günümüzde artık “çirkin” ya da “güzel” sıfatlarıyla yorumlanmadığının farkında değil.

Bir televizyon programında, “Türkiye’deki müzik inkılabı çatır çatır çöktü” diyebiliyor bir sözde aydın tarihçi. Yine aynı programda bir başkası, çok sesli müziğimizin “Türk Beşleri” diye anılan, ünü sınırları aşmış bestecileri Ahmet Adnan Saygun, Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Hasan Ferit Alnar ve Necil Kâzım Akses’ten, espri fukaralığı içinde, “Türk Leşleri” diye söz etmek cahilliğini ve cüretini gösterebiliyor. Kötü niyetin değilse, cahilliğin uç noktası…Bir yandan da baleyi “belden aşağı işler” olarak betimleyen ve giderek yaygınlaşan çağdışı yoz bir anlayışla karşı karşıyayız.

Sanat konularında yeterince donanımlı olmayan toplumun, sanat eserleri karşısında göstereceği olumsuz tepkiler bağışlanabilir. Özellikle de dinin yüzyıllardır dışladığı resim ve heykel karşısında, alışmadığı müzik türleri karşısında… Ancak topluma öncülük etme konumundaki siyasilerin benzer tepkilerini anlamak ve ulaşmış bulundukları yerin düzeyiyle bağdaştırmak kolay değildir. Gösterdikleri tepkiler, yetki ve sorumluluk sınırlarını aşıyor, konumlarıyla bağdaşmıyor.

Üzerinde durulması gereken önemli bir saptama daha var: Politika dinle, sporla, sanatla kucak kucağa olmamalıdır. Olamaz… Politikanın, dini kullandığı örnekler ne yazık ki çok görülmüştür, hâlâ da görülmektedir; sanata müdahalesinin en çarpıcı örnekleri ise totaliter rejimlerde olmuştur. Totaliter rejimlerin, ister sağcı, ister solcu, ister dinci olsun hepsinde bu tür müdahalelerle karşılaşılmıştır. Hitler’in Nazi Almanyasında, Mussolini’nin faşist İtalyasında, Stalin’in Sovyetler Birliği’nde… Bütün bu totaliter rejimler, sanatı baskıyla kendi ideolojik yaklaşımları doğrultusunda yönlendirmeye çabalamışlardır. Sonuç, sanatın ve tasarımın gerilemesi hattâ yozlaşması olmuştur. Geçenlerde, 15 Ekim 2010-6 Şubat 2011 arasında Berlin’de Alman Tarih Müzesi’nde açılan “Hitler ve Almanlar/Ulus ve Suç” sergisi, tarihsel gerçekleri dile getirmesinin yanısıra, Hitler’in yarattığı kriz ve şiddet ortamında sanatın ve tasarımın neye uğradığını bir kez daha ortaya koyması bakımından da yararlıydı (1).

2001’de Afganistan’da Taliban, liderleri Molla Muhammed Ömer’in emri üzerine, Bamiyan’da bulunan, 6. yüzyıldan kalma Buda heykellerini havaya uçurarak yok etmişti. Bu heykeller dünyanın ayakta kalmış en büyük Buda heykelleriydi ve Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alıyordu. Taliban bununla da yetinmemiş, Kabil’deki Ulusal Müze’de sergilenen, ülkenin Budizm etkisi altındaki döneminden kalmış eserleri de tahrip etmişti. Uygar dünya bu tür davranışları bağışlamıyor.

Anadolu’daki çok köklü geçmişine karşın, dinsel engellemeler yüzünden bizde daha yüz yıllık bir geçmişi olan heykel sanatı, hâlâ kendisine yer bulmakta zorlanıyor.

Yapı’nın Nisan 2010 tarihli 341’inci sayısındaki ‘Saldırıya Uğrayan Heykeller’ başlıklı yazımda bu konuya değinmiştim. Heykel düşmanlığı 1950’lerde Demokrat Parti iktidarı döneminde de ortaya çıkmıştı. O tarihlerde de başta Ticaniler olmak üzere bazı gericilerin hedefi, heykeller, özellikle de Atatürk heykelleri olmuştu. Toplumda bünye zayıf düşünce hastalıklar artıyor. Şimdi de hastalık, giderek her türlü heykeli kapsamına alacak şekilde yaygınlaşmış görünüyor. Türkiye, anıt yıkarak çağdaş dünyanın gözünde değer yitirmemeli.

İktidardaki yöneticiler kimi zaman yanlarındaki bazı kişilerin yanlış yönlendirmelerine açık olabiliyorlar. Örneğin, Nazi propaganda bakanı Joseph Goebbels, Hitler’i ‘politikaya aday bir sanatçı’ olarak tanıtarak Alman ulusunun gönlünü fethetmiş ve hattâ Hitler’in ‘savaşı kazandıktan sonra yalnızca sanatla uğraşacağına söz vererek onu Alman halkının gözünde yüceltmişti (2). Bizde de 1950’li yıllarda İstanbul’u imar etme çabalarını Türkiye’nin en öncelikli konusu haline getirmiş olan Başbakan Adnan Menderes’e de birileri, “Siz doğuştan mimarsınız” diyerek akıllarınca şirin görünüp yaranmaya çalışmışlardı. Yanlış yönlere gitmemek için, siyaset adamlarının bu gibi duyarlı konularda bilinçli, donanımlı ve uyanık olmaları gerekiyor.

Sanat özgür ortamlarda yeşerir. Sanatçı dünyayı değiştirmeye çalışan kişidir, statükoya boyun eğmez; yeni bir şeyler söylemek, anlatmak, üretmek zorundadır. Sanatçının görevi, bugünün diliyle bugünü geleceğe taşıyacak güçte yapıtlar üretmektir.

Beğenip beğenmemek herkesin doğal hakkıdır. Ancak bu, sanat eserlerinin değerlendirilmesinde ölçüt olamaz. Beğenmek ya da beğenmemek olgusu, “zevk”le bağlantılıdır. Zevk ise bilgi, görgü ile, yani eğitimle oluşur. Yeterli bilgi ve eğitilmiş zevkin olmadığı durumlarda beğenmek ya da beğenmemek yargısı hukukçuların çok kullandıkları deyişle “yok hükmündedir”. Dolayısıyla bu yetiyi kazanmamış olanların, kendi beğenilerine dayanarak ahkâm kesmelerinin hiçbir geçerliliği olamaz.

Bir sanat eserinin, yetkin olmayan kişilerin hoşuna gitmemesi, onun sanatsal değerini değiştirmez. Bu, heykelde de, resimde de, müzikte de, mimarlıkta da böyledir. Gösterilen tepkiler, olsa olsa o kişilerin beğeni düzeyi hakkında fikir edinilmesini sağlar.

Bir anıt üzerinden sanatçıya hakaretler yağdırılması hoş karşılanamaz. Üstelik daha bitmemiş bir anıt üzerinden… Üstelik, gücü elinde tutan bir siyaset adamı tarafından… Bu düpedüz siyasal gücün sanata müdahalesidir. Demokrasilerde ve sanat âleminde kabul edilemez.

Başbakan’ın karşı çıkışını The Economist dergisi gibi, seçimler öncesinde, dinsel ya da milliyetçi duygulara yönelik olarak farklı yorumlayanlar da var. Ancak biz burada, işin günlük siyasal boyutunu bir yana bırakarak konuya daha çok kültür ve sanat perspektifinden bakmak istedik.

Özetlersek, sanatçının yolu, özgün olanı yaratmak doğrultusundadır; sanatçının, oluşmuş beğeni kalıplarının dışında kalan yaratıcı önerileri ortaya koyması doğaldır. Zaten sanatta gelişme de bu yoldan oluşur.

Son zamanlarda yaşanan bütün bu olaylarda, sanatçıların ve mimarların ürettikleri eserler ile yurtiçi ve yurtdışındaki başarıları sürekli olarak inkâr ve gözardı ediliyor. Acaba bu, “Cumhuriyet döneminde sanatta ve mimarlıkta başarılı insanlar yetişmedi, başarılı ürünler verilmedi” türünden, içi boş bir iddianın kanıtlanması çabası olabilir mi? Niyeti bu olmayan bilgisizce söylemlerin de aynı amaca hizmet ettiği açıktır. Gerçeğe aykırı bu tür eylem ve söylemler yalnızca sanatçıları ve mimarları kırmakla kalmıyor, bu alanlarda yetişmekte olan genç kuşakları da umutsuzluğa ve karamsarlığa sürüklüyor.

Biliyor musunuz ki, Atatürk’ün 1937’de Dolmabahçe Sarayı’nın Veliaht Dairesi’nde açtırdığı İstanbul Resim ve Heykel Müzesi, başlamış olan onarımı sürdürmek için ödenek bulunamadığı gerekçesiyle dört yıldır kapalı. İçindeki yapıtlar kaderine terk edilmiş durumda. İstanbul AKM de hâlâ kapalı; Opera ve Bale İstanbul’da yersiz yurtsuz.

2010 yılının Avrupa Kültür Başkenti İstanbul, o yılı, Kültür Merkezi’nden, Resim ve Heykel Müzesi’nden, opera ve baleden yoksun bir Kültür Başkenti olarak geçirdi. Anlaşılır gibi değil!

Biraz saygı lütfen! Sanata saygı, sanatçıya saygı, kültüre saygı… Ve en önemlisi, Atatürk’ün bize kazandırdığı çağdaş Cumhuriyet’e, onun kazandırdığı değerlere saygı!

Notlar

1.Bu konuda bkz. Ardan Ergüven, Hitler ve Almanlar ve Tasarım, Arredamento Mimarlık, 2011/1, s.118.

2.A.g.y. s.122.