Chicago’ dan Mimari İzlenimler Kaynak : 01.09.1997 - Yapı Dergisi - 190 | Yazdır


Sears binasının tepesinden Michigan Gölü’ne doğru bakışta Chicago. Ön planda Ricardo Bofill’in RR Donnelley binası, 1992 (kelebek çatılı yapı) ve hemen yanında iki mısır koçanını andıran 179 m yüksekliğindeki Marina City kuleleri (Mimarı: Bertrand Goldberg). İleride tepesindeki antenleriyle John Hancock Center. (Fotoğraf çift cam arkasından çekilmiştir).

Chicago, ABD mimarlık tarihinde en önemli yere sahip şehirlerden biri. Özellikle de Modern Mimarlık’ın ve gökdelenlerin tarihindeki önemli yerini bugünlere tutarlı bir süreklilik zinciri içinde taşıyabilmiş. Ayrıca Michigan Gölü ile Chicago Nehri kıyısındaki coğrafi konumu da şehre bir zarafet kazandırmaktan geri kalmıyor..
Avrupa’dan ilk gelenler 1670’ten itibaren Chicago’ya yerleşmeye başlamışlar. 1837’de nüfus yalnızca 4000. 1848’de demiryolu ulaşmış Chicago’ya; göldeki ulaşımda da yelken, yerini, giderek buhar gücüne terk etmeye başlamış. Hem bu gelişmeler, hem de Chicago yöresindeki demir ve kömür madenlerinin devreye girmesi, sanayiyi, ticareti ve ekonomiyi geliştirirken Chicago da bir çekim merkezi niteliği kazanarak köyden kente, şehre dönüşmenin hızlı adımlarını atmış.

Ancak ne var ki, 1871’de Chicago büyük bir yangın felaketiyle karşı karşıya kalmış ve şehrin hemen hemen tümü yanmış. Maddi olanaklar yaraların kolay sarılmasını sağlarken, bu kez şehir, değişik bir anlayışla yeniden kurulmuş.
1837’de 4000 olan nüfus, 1880’de 500.000’e, 1890’da 1 milyona yükselmiş.
1880’den itibaren, hızlı nüfus artışıyla birlikte Chicago’da yapılar çok katlı olarak yükselmeye başlar: 12, 14, 16 katlı yapılar birbirini izler. Neredeyse bitişik düzende gibi birbirine yakın olan bu yapılardan bir bölümü bugün ne yazık ki, artık yerlerinde değil.


Uzakta, Sears Tower, SOM, 1974. Kuala Lumpur”daki Petronas Kulesi’nden (1996) önce dünyanın en yüksek binasıydı.
110 katlı yapının yüksekliği, tepesindeki anten kuleleri sayılmazsa 443 m. Anten kuleleriyle birlikte bu yükseklik 520 m ye ulaşıyor. Yapımda 76 000 ton çelik, 8 km uzunluğunda 8 şeritli bir otoyolda kullanılana eşit miktarda beton kullanılmış. 222 500 ton ağırlığındaki binayı kaya zemin içindeki 114 adet çelik+beton keson taşıyor.
Bina, planı kare olan, birbirine bağlanmış 9 uzun tüpten oluşmuş ve Michigan Gölü’nden gelen kuvvetli rüzgarları karşılayacak şekilde tasarlanmış. Ancak binada çalışanların rüzgarlı havalarda binadan ciddi şikayetleri var. Ayrıca, kuşların gökyüzünden ayırt edemedikleri cam cepheye çarparak ölmeleri ayrı bir yakınma konusu. Çeşitli düzeyler arasında çalışan 106 asansör ve 18 mekanik merdiven düşey taşımayı sağlıyor. 413 m yükseklikteki manzara katına çıkan ekspres asansörler bu mesafeyi bir dakikada katediyorlar. Altı otomatik pencere yıkama cihazı binanın dış cephesini yılda sekiz kez temizliyor. Manzara katından Chicago’yu seyretmek için her yıl milyonlarca kişi binayı ziyaret ediyor.

19. yüzyılın son dörtte birinde özellikle ticari yapılarda kendini gösteren, metal konstrüksiyonu ve modern tekniği, mimarî yaratmada temel olarak alan bir akım işte bu ortam içinde gelişmiş Chicago’da. 1880-1910 yılları arasında Chicago’da çalışmış olan mimarların yarattıkları bu tarzı anlatmak üzere, tartışmalı da olsa, “Chicago Okulu” terimi kullanılmıştır. Bu dönemde yapılan yapılar genelde işlevi gözeten, çok katlı, dışta iskeleti ortaya koyan, düşeyliği vurgulayan, benzer planlı katlarda tekrarlanan pencereli yapılardır. Bu yapılara ilk gökdelenler olarak da bakılabilir. Chicago Okulu’nun en önemli kişileri William Le Baron Jenney, Martin Roche, William Holabird, Daniel H. Burnham, John W. Root ve Louis H. Sullivan’dır. Önce askeri mühendis, sonra da Fransa’da gördüğü öğrenimle mimar olan Le Baron Jenney, metalin mimarlıkta alabileceği yer konusuna eğilmiş ve Chicago’lu mimarların birçoğu onun bürosundan geçtiği için yetişmelerinde önemli bir rol oynamıştır.
Chicago Okulu’nun en güçlü dönemi 1883-93 arasına rastlar. Ekonomik gelişmeye koşut olarak köprüler, sanayi yapıları, bürolar ve oteller bu dönemde şehrin merkezindeki yerlerini almaya başladılar.
Chicago’daki ilk on katlı yapı 39.5 m yüksekliğindeki Montauk Bloğuydu. Burnham ve Root tarafından 1882’de yapılan bu bina 1902’de yıkıldı. Çeliğin ilk örneklerinden biri olan giydirme cepheli Tacoma Binası 1882’de Holabird ve Roche tarafından yapılmıştı. 50 m yüksekliğindeki bu bina da 1929’da yıkılarak Montauk’la benzer bir kaderi paylaştı. Le Baron Jenney, ilk gökdelen sayılan Home Insurance Binası’nda (1885) yanmaz malzemeler, asansör, elektrikle aydınlatma gibi yeni teknolojilerden yararlandı. 55 m yüksekliğindeki, çelik + kagir karışımı bu bina da 1931’de yıkıldı. Adler ve Sullivan’ın 1889’da yaptıkları, 82 m yüksekliğindeki Auditorium Binası cebri havalandırmayı ilk kez kullanan bina oldu. Rand McNally Binası Burnham ve Root tarafından tamamı çelik konstrüksiyonlu, pişmiş toprak (terra-cotta) duvarlı olarak 1890’da yapıldı, 1911’de yıkıldı. 65,5 m yüksekliğindeki Monadnock Binasının Kuzey yarısı yine Burnham ve Root tarafından 1891 ‘de, Güney yarısı ise Holabird ve Roche tarafından 1893’te yapıldı. Yığma olarak yapılan ve çok şükür günümüzde ayakta olan bu binanın taşıyıcı duvarları zemin katında 180 cm’e kadar ulaşır. Yine Burnham ve Root’un 61 m lik Reliance Binası (1894) cephesinde ilk kez kullanılan sırlı pişmiş toprak ve çelik + cam kullanımıyla da cam duvarlı yapıların ilkörneğiydi.

Ve böylece, Chicago “gökdelen”i yaratırken bu dönem, yenilikler getiren bir geçiş dönemi olmuş, ekonomik ömürlerini bile tamamlamamış pek çok bina, paranın verdiği güç ve yeni teknolojik olanaklarla daha yükseklerinin, daha görkemlilerinin yapılması için yıkılmıştı.
Büyük dünya sergileri çağının önemli sergilerinden biri de Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfinin 400.cü yıldönümü dolayısıyla “World’s Columbian Exposition” adı altında 1893’te Chicago’da açıldı. 21 milyon kişinin gezdiği bu sergi, beklenenin aksine Chicago’ya mimari bakımdan yenilikler getirmekten uzaktı.
Atılımcı insanların yerleşip yaşadığı kıtaya Avrupa’nın yenilikçi olmayan yapılarının taklitlerini sunan ve ticari klasisizmin başlangıcını oluşturan bu sergi, “biçim işlevi izler” diyen Louis Henri Sullivan’a, “Chicago Dünya Sergisiyle bu ülkeye vurulan darbe en az yarım yüzyıl sürecektir” dedirtecekti (1).
Yapısı gereği ilerici eğilimde olmasına karşın ABD, uzun zaman, modern hareketi benimsemeye karşı direndi. 19. yüzyıl Avrupasından alınan eklektisizm, 1930’lara değin gökdelenlerde bile görüldü (örn. yeniroman, yenigotik kuleler). Estetik planda Chicago Okulu dekoratif öğeleri tümüyle ortadan kaldırmadıysa da sadeleştirerek kullandı.


Bir eğlenme ve dinlenme bölgesi olan North Pier’e doğru bakış. Şehrin önemli sergileme alanları da burada yer alıyor. Koyu renkli camlı yapı, Lake Point Tower.

Chicago’da izabe teknolojisinde yaşanan büyük gelişmeler yapımcıların dikkatini dökmedemir ve çelik üzerine çekiyordu. Yeni teknoloji ister istemez yeni mimari gelişmelere gebeydi. Dökümün yanmaya karşı dayanıksızlığı, metal iskeletin pişmiş toprak karo ve tuğla kaplanarak kullanılması gibi teknik çözümler getirdi. Demir ve çelik, strüktürdeki yerlerini aldılar.
19. yüzyılın son yıllarında Chicago bu yeni araştırmaların merkezi durumuna gelirken, gelişmeler, Adler ve Sullivan, daha sonra da F. L. Wright gibi mimarların sağladıkları entelektüel ortamın da katkısıyla özgün bir Amerikan mimarlığının yanısıra modern mimarlığın da itekleyici gücünü oluşturdu (2). Chicago uzun süre Uluslararası Üslup’un kalesi olarak kaldı ve bu nedenle de postmodernizmin Chicago’ya gelişi geç ve zor oldu.
20. yüzyılın ikinci yarısında Chicago’nun çehresi, giderek daha da yükselen binalarla bir hayli değişecekti. Örneğin, yalnızca 1980-90 yılları arasında Chicago’daki inşaat yatırımları toplamı 10 milyon dolara ulaşıyordu. 1974’te kurulmuş olan Sears kulesinden sonra şehir merkezinde yapılmış dikkate değer yapıları gösteren 1990 tarihli bir listede 78 yeni yapı yer alıyor (3). Böylece şehir merkezinin sınırları da yirmi yıl öncesine göre çok genişlemiş.

Şehir merkezinde, özellikle 1980 sonrasında gerçekleştirilen yapılarda pek çok ünlü çağdaş mimarın ya da mimarlık grubunun adları var: SOM, Kohn Pederson Fox; Loebl, Schlossman ve Hackl, A. Epstein & Sons, Kisho Kurokawa, Ricardo Bofill, Murphy / Jahn, Holabird & Root, Cesar Pelli, vd.
Şimdi şehrin gölden silueti sanayi tesisleri ve “Beaux- Arts” yapılarının yanısıra, Mies tarzı yapılar ile, son yıllarda yapılmış yapıların şaşırtıcı formlarından oluşuyor. Uzunca bir süre, dünyanın en yüksek yapısı niteliğini koruyan 110 katlı 443 m yükseklikteki Sears Tower’ın ya da 344 m yükseklikteki John Hancock Center’ın tepesindeki seyir katlarından şehre bakışta bu çeşitlilik harikulade bir şekilde gözlenebiliyor. Bu izlenimin değişik bir türünün de göl ve nehirde düzenlenen tekne turlarıyla edinilmesi olanaklı. Ayrıca, Chicago’da New York’takinden farklı olarak bütün yapılar belli uzaklıklardan açık seçik görülebiliyorlar ve kentliler mimari konusunda daha bilinçliler. Mimariyi şehrin bir karakteristiği saydıkları için bu konuda kendilerine de kentli olarak pay çıkarmaktan geri kalmıyorlar.
Bu hızlı yapılaşma ve değişim sürecinde doğal olarak şehrin mimarisi de sürekli olarak değişiyor. 1871 büyük yangınından beri şehrin çehresi değişirken, benimsenen, formun sadeliğine ve dürüstlüğüne dayanan, dahiyane strüktüral yeniliklerle desteklenmiş parlak bir mimarlık karakteri sürekliliğini koruyor. Louis Henri Sullivan, Frank Llyd Wright ve Mies van der Rohe adları başka şehirler için taşıdıklarından daha güçlü bir anlama sahipler bu şehirde (3).

Bir Üniversite: IIT
Chicago aynı zamanda, bir üniversite şehri; Chicago’da ünlü üniversiteler var, ancak biz özellikle bunlardan biri üzerinde durmak istiyoruz: Illinois Institute of Technology, kısa adıyla IIT.
1890’da, yüksek öğrenim daha yalnızca toplumun seçkin tabakasına aitken Chicago’lu bir dinadamı, Frank Gunsaulus bir milyon dolarlık bir bağışla bir okul kuracağını ve burada, değişmekte olan endüstri toplumunda anlamlı roller üstlenecek gençlerin yetişmesini sağlayacağını duyurmuş. Philip Danforth Armour adlı yine Chicago’lu bir işadamının da katkılarıyla okul, “Armour lnstitut” adı altında 1893 yılında açılarak mühendislik, kimya, mimarlık ve kütüphanecilik konularında öğretime başlamış. Daha sonra Armour Institut 1940 yılında Lewis Institut ile birleşerek IIT adını almış. Bu kez IIT, 1949’da Institut of Design adlı okulla birleşmiş, 1969’da Chigaco-Kent College of Law adlı hukuk okulunu da bünyesine katarak son dönemlerde örnekleri görülen hukuk destekli teknoloji temelli üniversitelerden biri haline gelmiş. Daha sonra da Chicago’nun kimi başka okulları da IIT bünyesine katılmışlar.
Görüldüğü gibi, IIT eski bir eğitim kurumu; ancak mimarlar için ilginç yönünü, daha yakın tarihi, 20. yüzyılın ilk yarısının en etkili dört mimarından biri (4) olan Ludwig Mies van der Rohe’nin Almanya’dan ABD’ye göç ettikten sonra gelip orada öğretim görevi alması olayı ile IIT, kampus planının yanısıra başta ünlü mimarlık okulu (koleji) binası Crown Hall olmak üzere gerçekleştirdiği binalar oluşturuyor.

Mies, 1930’dan beri yöneticisi olduğu Bauhaus’u Nazilerin baskısıyla, Dessau’dan Berlin’e taşımak zorunda bırakılmıştı. Çağdaş Sanata düşman bir politik ortamda daha fazla barınamayacağını anlayınca da Bauhaus’un kapatıldığını ilan ederek dört yıl sonra 1937’de, elli bir yaşında ABD’ye göç etti ve 1938’de, daha sonra IIT’ye dönüşecek olan Armour Enstitüsü Mimarlık Okulu’nun başına geçti. 1944’te de ABD vatandaşı oldu.
ABD’deki ilk önemli işi 1940 yılında IIT’nin yeni kampus planı ile bazı binalarıydı. Bunlar ABD’deki çalışmalarının ana temasını oluşturdu. Kampus için dümdüz bir arazide yerleşme planı bütününde modüler ızgaralı bir sistemle yine bu sisteme uygun modüler dikdörtgenler prizması bloklar tasarladı.
Bu yapıların, tasarım ve yapımları bizim öğrencilik yıllarımıza rastladıkları için anılarımızda özel bir yerleri vardır. Bizim anılarımızdan daha önemli olanı ise, bunların, Uluslararası Üslup çerçevesinde Mies mimarisini en iyi şekilde anlatmak üzere modern mimarlık tarihindeki konumlarıdır. Nitekim IIT kampusu 1976 yılında Amerikan Mimarlar Enstitüsü AIA tarafından ABD’deki 200 mimari başyapıttan biri olarak seçildi.
Mies van der Rohe 1938’den 1958’e kadar yani yirmi yıl süreyle IIT’de Mimarlık Kolejinin başında kalmış, bir yandan kampusun yerleşme planı ve kimi yapılarıyla IIT’ye damgasını vururken öte yandan düşünceleriyle mimarlık okulunun eğitsel yapısını biçimlendirmiştir. O ortamda Mies’in etkileri eğitimde bugün dahi çok canlı olarak duyumsanabiliyor.
Chicago’nun biçimlenmesinde gerek öğretim kadrosu gerekse mezunlarının katkılarıyla ciddi bir rolü olan IIT, mimarlığın yanısıra, mühendislik, bilim, psikoloji, tasarım, iş idaresi ve hukuk dallarında çağdaş dünyanın gereksinmelerine uygun eğitim veren bir özel üniversitedir. IIT’nin üstlendiği görev kendilerince şöyle tanımlanıyor: “Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen insanları, değişen teknolojik dünyanın koşullarına uygun karmaşık profesyonel roller için eğitmek ve bilgiyi bilimsel anlayış ve araştırma aracılığıyla ilerletmek”.
IIT’nin bu amaca yönelik ilginç eğitim dalları var. Örneğin, “Hava Kuvvetleri, Uzay ve Havacılık Bölümü, Uzay Mühendisliği + Malzeme ve Mekanik, Askeri Bilimler, Denizcilik Bilimleri gibi.. Doğal olarak, bu bölümlerin asker öğrencileri çoğunlukta.
Üniversite, çalışmalarını Chicago’da dört ayrı kampusta sürdürmekte.. Mimarlık kolejini barındıran ünlü Crown Hall, Chicago’nun güneyindeki düz bir alanda 45 hektara yayılan kampusta yer alıyor. Aslında bu yöre dargelirli ailelerin yaşadıkları, güvenlik bakımından sorunlu bir bölge, ancak kampusun içi güvenli.. Kampus’un vaziyet planı ortogonal (dik kesişmeli) ve 7.30 x 7.30 m lik bir modüler düzende .. Mies’in tasarımı olan bu plan, yerleşme esprisiyle Chicago’nunkine de denk düşüyor.
IIT’de “Civil and Architectural Engineering” adlı bölümün başka bir Türk: Prof. Dr. David Arditi. İzmirli bir aileden geliyor, ODTÜ’de İnşaat Mühendisliği okumuş. Amerika’da bir yandan öğretim ve yönetim görevini sürdürürken, bir yandan da IIT’de okuyan Türk öğrencilerin koruyucusu, destekleyicisi konumunu benimsemiş.
Chicago’da bulunduğumuz günlerde David Bey, Mimarlık Kolej dekanı ve öğretim üyeleriyle temaslarımızın kurulmasında bize yardımcı oldu. O günlerdeki hoş bir rastlantı da “Open House” denilen, öğrenci ödevleri yıl sonu sergisi için düzenlenen toplantı ve kokteyl idi. Böylece, serginin açılışına katıldık, yıl boyunca yapılmış çalışmaları gördük, ödüllerin dağıtılmasını izledik, öğretim üyeleri ve bazı öğrencilerle görüşebildik. Bu öğrenciler arasında Türkler de vardı ve biri “yüksek yapılar” konusunda lisansüstü çalışmalarını başarıyla tamamlamış, Gebze’deki Tübitak AraştırmaEnstitüsü’ne dönmek üzere gün sayıyordu.
Sergi ünlü Crown Hall’da yer alıyordu. Binanın giriş katının tür yıl boyunca yapılmış öğrenci çalışmalarının sergilenmesine tahsis, edilmiş, ancak buraya sığamayan bir bölüm, alt kata taşmıştı. Böylece, yüksek yapılara ilişkin çalışmalar, esasen yüksek yapılar atelyesinin de yer aldığı alt kata yayılmıştı.
IIT’de mimarlık öğrenimi 5 yıl. Orada sınıf sistemi hâlâ sürüyor. Sergide beş yılın ürünlerinin yanısıra, lisansüstü ve doktora çalışmaları ile öğrencilerin katıldıkları bir yarışmaya ilişkin projeleri de yer alıyordu.
Crown Hall, bilindiği gibi Mies van der Rohe’nin belki de en çok bilinen, tanınan yapısı. Binayı tasarlamış, yapımını denetlemiş sonra da eğitici-mimar olarak yaşamının bir dönemini orada geçirmiş. İzleri hâlâ canlı. Bu izler yalnızca kendi yapıtı olan bina ya da orada bulunan, modern bir anlayışla yapılmış büstünden ibaret değil. Mies, yalnızca Mimarlık Koleji’nin değil, IIT’nin hayranlık kaynağı, bayrağı olmuş. “İlginç olmayı istemiyorum iyi olmayı istiyorum” diyen Mies’in düşünceleri, davranışları okuldaki öğretim kadrosuna, neredeyse herşeye sinmiş.

IIT Mimarlık Koleji, Mies’vari anlayışın kalesi olmayı sürdürüyor. Nitekim sergilenen öğrenci çalışmaları arasında Mies’vari olanlar çoğunlukta .. “Less is More” (Az Çoktur) .. Mies’e ait olan bu slogan daha sonraki yıllarda postmodernistlerce “Less is Bore” (Az Sıkıcıdır)a çevrilmişti, ama okuldaki, objektif kurallara dayalı Mies tarzı çalışmaları gördüğünüzde “Az Çoktur”un hangi anlamı taşıdığını daha iyi anlayabiliyorsunuz.
Bu anlayışın çok uç noktalara kadar götürüldüğüne değinen bir öğrenci, “bu okulda FL. Wright’ın adı geçmez” diyordu. Ama çalışmalara baktığınızda bunların Mies’ten, bugünün çok denenen moda akımlarına kadar yayılan bir yelpazede olduklarını görüyorsunuz. Kaldı ki Chicago’da Wright’ın gözardı edilmesi olanaksız.. F.L. Wright, Chicago için hiç de yabancı bir sima değil, hatta Mies’ten daha Chicago’lu. Meslek yaşamına, yirmi yaşında gelip yerleştiği Chicago’da başlamış; en ünlü evlerinden biri olan Robie House, IIT’nin çok yakınında yine başka bir üniversitenin, Chicago Üniversitesi’nin kampusu içinde.. Ayrıca yine Chicago banliyösünde bulunan, adeta bir müze-kent parçası Oak Park, F.L. Wright’ın kendi evinin yanısıra ilk yapılarıyla ünlü.. Bu konuyu başka bir yazıda ayrıca ele alırız.
Daha önce de belirttiğim gibi Mies tarzındaki rasyonel çalışmalar sergide yine de çoğunlukta, ama ne var ki, rasyonalizme getirilen en büyük eleştiri, tekdüzelik, sıkıcılık, çalışmaların çoğunda daha çağdaş bir yorumla aşılabilmiş. Günün moda akımlarına gelince, onlar da daha bilinçli bir şekilde uygulanmış; pek çok postmodern mimarın içine düştüğü bilinçsiz alıntılar türünden hatalı davranışlar bu çalışmalarda pek fazla görülmüyor.
Çalışmalar arasında bir de, ünlü yapıların yeniden incelenmesi, rölövelerinin çizilmesi, maketlerinin yapılması yer alıyor. İşte, bu çalışmalarda Wright’ın da, Le Corbusier’nin de adı ünlü yapılarıyla bol bol geçiyor.
Genelde strüktür konusuna çok önem verildiği, sergilenen çalışmalarda kolayca görülüyor. Ayrıca, yukarıda da belirttiğim gibi çizimleri ve maketleriyle mevcut yapı etütleri, çeşiti nesnelere ilişkin, nitelikli, ustalıklı ahşap maketler ve temel tasar çalışmalarının ilk yıllarda önemli bir yer tuttuğu anlaşılıyor.
Çok yüksek yapılar ve onlara ilişkin strüktür araştırmalarının IIT’de önemli bir yeri var. Gökdelenlerin ilk merkezi sayılan Chicago’da bulunan IIT’nin böylesine bir işleve sahip çıkmasını olağan, hatta zorunlu bir mesleki görev olarak karşılamak gerek. Bölümün başında, daha önce konusunun dünyadaki seçkin uzmanlarından biri olan mühendis Fazlur R. Khan (5) varmış. Onun ölümünden sonra, yerini David Sharpe almış. David Sharpe IIT Mimarlık Kolejinin eski mezunlarından.. Mies van der Rohe’nin öğrencisi olmuş, sonra bir süre asistanlığını yapmış, daha sonra öğretim görevinden ayrılarak uzun yıllar SOM bünyesinde yüksek yapılar konusunda çalışmış, en sonunda yine okula, yuvaya dönmüş.
Okul bünyesinde yaptıkları çalışmaları gururla anlatıyor David Sharpe. Özellikle de sonuncu çalışmaları Hyundai merkez binası, üzerinde en çok durduğu.. Seul’de inşa edilecek bu gökdelen, yapıldığında dünyanın en yüksek yapısı olacakmış.
Hyundai yetkilileri IIT’ye başvurarak, yaptırmak istedikleri gökdelenin bütün projelerinin IIT bünyesinde hazırlanmasını istemişler. David Sharpe, “biz bir mimari proje bürosu değiliz. Evet, döner sermaye statüsü içinde okul bünyesinde dışarıya yaptığımız çalışmalar var, ama komple bir projenin hazırlanması bizim işimiz değil; biz ancak araştırırız, etüt ederiz, fikir tasarımını yaparız” diyor. Hyundai merkezinden gelen birkaç uzman mühendisle uzunca bir sürede ilk çalışmaları ve strüktür etütlerini yapmışlar ve çeşitli evrelerden sonra, yapılacak gökdelene ilişkin ana fikri oluşturmuşlar. David Sharpe bize çalışmanın gelişimini, çeşitli aşamaları çok sayıdaki çalışma maketi üzerinde anlattı. Dünyanın en yüksek gökdeleninin ana fikrini oluşturmak gerçekten, heyecan verici bir uğraş olmalı..
Anı olarak, söz Mies’e gelince Sharpe, hocası Mies’ten övgüyle söz ederken, “öğrencileriyle ilişkilerinde çok nazikti” diyor. Çalışmalarını beğenmediği öğrencilere Mies’in “başka çalışmanız yok mu?” diye sorduğunu anımsıyor.
Crown Hall (1952-56) iki katlı bir yapı .. Mies’in kimi başka yapılarında da kullandığı espriye uygun (örn. Farnsworth Evi’ndeki gibi) Mies’vari merdivenlerle ulaşılan, yerden bir metre kadar yükseltilmiş kat, bölünmemiş tek bir mekan, bir cam kutu. Çatı döşemesi dışardan görülen çelik kirişlere asılmış, içinde hiçbir taşıyıcı öğe yok. Bu 36 x 66 m boyutlarındaki mekan Mies’ten beri çok amaçlı olarak kullanılıyor. Mies’in anlayışına göre, bir bina genelde, çeşitli işlevlere yanıt verecek esneklikte olmalıydı ve çeşitli amaçlara uyarlanabilmeliydi. İşte, gezdiğimiz sergi bu amaçlardan birinin karşılığı oluyordu. Daha önceki ziyaretimizde başka bir kullanım şekline tanık olmuştuk: geniş mekanın çeşitli noktalarında gruplar halinde çalışmalar sürdürülmekteydi. Örneğin, kimi gruplarda öğrenciler çizim yaparlarken, kimilerinde de ders anlatılmaktaydı. Grupları birbirinden ayıran basit panolar vardı, ama tam bir bölünme hiçbir şekilde söz konusu değildi. Bu sistemde okulun bütün öğrencileri gruplar halinde birarada bulunuyorlar. Herkes birbirinin ne yaptığını görüyor, isterse duyuyor. Sonuç, öğrenciler ve öğreticiler arasında mükemmel bir iletişim.
Toprağa kısmen gömülü alt katta ise yönetim, kütüphane, yüksek yapılar atelyesi, bilgisayar bölümü, maket atelyesi, toplantı salonu ve öğrenci holü bulunuyor.

Bina, bilindiği gibi “çelik strüktür” ve “cam” dan oluşuyor. Doğallıkla burada hemen şu soru akla geliyor: Mies mimarisi “çelik ve cam” bileşimi olarak tanımlanabilir mi? Belki madde yönünden öyle, ama bunun böyle olmadığını kampusu gezerken daha kolay anlayabiliyorsunuz. Formun sadeliği, oranlardaki mükemmellik, detaylardaki zerafet ve anlatımdaki olgunluk derhal göze çarpıyor. Mies’in ardından başka mimarlar ya da mimarlık grupları da kampusta binalar gerçekleştirmişler. Kimi yapılar, örneğin merkez kütüphane binası – Mies’e duyulan saygıyla olsa gerek – aynı malzeme kullanılarak Mies yapılarına benzetilmeye çalışılmış. Mies farkı komşu iki yapı arasında hemen görülüyor. Oranları ve sonuçtaki mimari diliyle Mies ustalığı kendisini derhal gösteriyor ve Mies yapılarının yalnızca bir çelik-cam bileşiminden ibaret olmadığını algılıyorsunuz.
Şimdi, yapımı üzerinden kırk yıl geçtikten sonra Crown Hall’un bakım ve onarım sorunları gündemde.. Yalnızca Crown Hall’un mu ? Hayır, kampustaki binaların hemen hepsi benzer sorunların sıkıntısını yaşıyor. Sorunlar genelde iki boyutlu.. Birinci boyut parasal yani onarım için gerekli finansmanın nasıl sağlanacağı.. ABD, varlıklı bir ülke olmasına karşın eğitim kurumlarının hiçbirinin “bir eli yağda, bir eli balda” değil.. Bütçelerini, olabildiğince daha iyi eğitim, araştırma ve bilimsel geliştirme programlarına ayırmak istiyorlar. Ancak bütün bu eylemlerin, içinde sürdürüldüğü yapılar doğal olarak, zaman zaman bakım ve onarım gerektiriyor. İkinci boyut ise, çağdaş anıt niteliği kazanmış bu mimarlık yapıtlarının hangi anlayışla, nasıl elden geçirileceği..
Crown Hall, üstün mimari niteliklerine karşın, yapım aşamasında kusurlardan tümüyle arınmış değil. Doğal olarak, yapıldığı günün teknolojisinin elverdiği olanaklardan yararlanılmış.
Örneğin, o tarihlerde çift cam ya da daha gelişmiş cam türleri olmadığı için cam kutuda, çepeçevre basit tek cam kullanılmış. İyi çalışan, mevcut döşemeden ısıtma ve cam cephenin sağladığı sera etkisi nedeniyle ısıtma konusunda büyük bir sorunla karşılaşılmıyor. Ancak bina kabuğunun camdan oluşması nedeniyle klima giderleri çok yüksek.. Çok sıcak günlerde herkesin alt kata sığınmak istediği belirtiliyor.
Anlaşılıyor ki, binanın gerçekleştirildiği dönemde Mies’in düşünceleri, o günün malzeme ve teknolojisinden daha ilerdeymiş.
IIT binalarının onarımının finansmanı konusunda, Hyatt otellerinin sahibi Pritzker ailesinin bir vaadi varmış: okulun diğer kişilerden toplayacağı tutar kadar bağışta bulunma sözü vermiş aile.. Aslında, kamçılayıcı bir bağışta bulunma yöntemi.. Şimdi okul yöneticileri, Pritzker ailesinden almayı tasarladıkları kadar bir parayı başka kaynaklardan sağlamaya çalışıyorlar. Böylece sıra, ikinci sorunun, teknik sorunun çözülmesine geliyor. Ünlü Mies detayları, günün malzemesine nasıl uyarlanacak ve nasıl ele alınırsa özelliğini, özgünlüğünü yitirmeyecek? Bir süre önce, New York’taki Lever House (1952) için benzer bir çalışma yapılmış ve başarıyla sonuçlandırılmıştı. Herhalde IIT, okulda daha önce yapılmış bazı onarımlardaki yanlışlıklardan da aldığı dersle, bu sorunun üstesinden gelecektir.

1. L. H. Sullivan, The Autobiography of An Idea, Daver Publications, New York, 1956, s. 325.
2. B. Oudin, Dictionnaire des Architectes, Editions Seghers, Paris, 1982.
3. National Geographic dergisi, Mayıs 1991.
4. Diğerleri FL. Wright, Le Corbusier, W Gropius.
5. Sears Binası ile John Hancock Center’ın da strüktür mühendisi.

İngilizce özet:

Architectural Impressions from Chicago

Chicago is one of the most important cities in the architectural history of the USA. Its modern architecture and especially its skyscrapers have consistently ensured this privileged position until today. Moreover, the site on which the city lies, on the shores of Lake Michigan and the Chicago river, does nothing to hinder its elegant appearance.
European migrants began to settle in the city in 1670. In 1837, the city’s population did not exceed 4000. In 1848, the railway reached the city, while vapour engines replaced sails on waterways. These changes coupled with the exploitation of the region’s iron and coal deposits soon turned Chicago into a centre of industrial and commercial development. From settlement it became a town and soon an urban centre.
In 1871 however, a great fire broke out, destroying most of the city. Ample resources made it fairly easy to repair much of the damage, as the city was redesigned, this time on a new basis. The population, of 4000 in 1837, reached half a million in 1880 and a million in 1890. From the 1880s on, and with an increasing population, Chicago buildings began to grow in height, reaching 12, 14 and 16 storeys. It was in this environment that the architectural movement developed in the last quarter of the 19th century, the effects of which can be seen especially in the city’s commercial and office buildings, with its use of metal construction and new technology. The work of a group of architects who had worked in the city between 1880 and 1910 was designated by a term of disputed definition: “Chicago School”. The many storey buildings created in this period, which can be considered as the first skyscrapers, usually resulted from a functional approach, with apparent steel skeleton structures, a stressed verticality and a repetitive window design.
Although one would expect the USA to be by nature progressive, they resisted the modernist movement for a long time. Traces of eclecticism, introduced from 19th century Europe, could be seen even in the skyscrapers of the 30s. The Chicago School did not completely eliminate this decorative element heritage, but did use it with more reserve.
As Chicago became a centre for new research in the last years of the 19th century, and with the intellectual environment created by Adler and Sullivan and later by F. L. Wright, it became the driving force not only of an original American but also of modern architecture.
In the second half of the 20th century, the face of Chicago was to change dramatically with its increasingly rising buildings. Only between 1980 and 1990, for example, 10 million dollars worth of building investments were made. A list made in 1990 and showing the buildings worthy of interest built after the erection of the Sears Tower in 1974 included 78 new buildings.
The city’s centre too has much grown in the last 20 years. The names of many famous modern architects or architectural groups were involved in the projects realised in the centre of the city, in the late 80s especially: SOM, Kohn Pederson Fax; Loebl, Schlossman & Hackl, A. Epstein & Sons, Kisho Kurokawa, Ricardo Bofill, Murphy/Jahn, Holabird & Root, Cesar Pelli, etc.
A University: IIT
Chicago is also a university town, with many a famous university. But I want to dwell here on a particular one: The Illinois Institute of Technology, in short, IIT.
In the 30s, Mies van der Rohe had to move his Bauhaus centre from Dessau to Berlin, because of Nazi pressure. As he realised he could no longer remain in a political environment hostile to modern art, he declared the Bauhaus closed and 4 years later, in 1937, he migrated to the USA, at the age of 51. There, in 1938, he took the head of the Armour Architecture Institute, which was to become the IIT. In 1944, he became a US citizen.
For 20 years, from 1938 to 1958, Mies remained at the head of the IIT College of Architecture, where he was to leave his mark, be it on the IIT campus building, with the plan he drew for it and the buildings his contributed to, be it on the institution’s educational philosophy, with his thoughts on architecture. Indeed, his influence on education can stili be felt today.
Today, 40 years after its erection, Crown Hall, the College of Architecture needs to be upgraded and restored. Only Crown Hall? No, practically all the buildings in the campus are faced with the same problems. These problems usually have two dimensions. The first has to do with filling the financial requirements for their upgrade. The second has to do with deciding what is the appropriate approach for the restoration of these buildings, which have gained the statute of modern monuments.
Concerning the financing of the IIT buildings, the Pritzker family,
has promised to contribute an amount equal to the total of all other contributions. Quite a stimulating manner of contribution! Now the University management is trying to gather the other contributions. Then the second problem, the technical one, needs to be solved in its turn. How can these famous Mies details be adapted to the materials of today without losing their original character? Some time ago, a similar work was carried out with success for the Lever. House (1952) in New York. With the lessons taken from mistakes made during previous restoratian works in the college, IIT will probably be able to overcome the problem.